
13 Şubat 2011 Pazar
21 Kasım 2010 Pazar
Şelale Park ,Çiğ Köfte Partisi ve Sazova Parkı ESKİŞEHİR
Bugün 13:00 itibari ile evime döndüm.Güzel bir tatil geçirdik ve şimdiden Pazartesi sendromuna girdik :P Tekrar hepinizin geçmiş Kurban Bayramını kutlarım.Bu tatili biraz Eskişehir ve birazda Ankara'da geçirdik.Biraz gezdik,biraz miskinlik yaptık ve birazda eğlendik.İlk postum Eskişehir'den olacak.
Burası Şelale Park.Çok hoş bir ortamı var.Biz sonbaharda gittik ama yazın sıcaktan bunalıp akşam soğuk birşeyler içmek için mutlaka gidilmesi gereken bir yer Şelale Park.Ayrıca çocuklar içinde bir oyun parkı bulunuyor.Konum itibari ile yüksek bir tepe oluşundan,bütün Eskişehir ayaklarınızın altında.





Burasıda Henüz tamamlanmamış Masal Evi.




Eğer Eskişehir'e yolunuz düşerse bence mutlaka uğrayın derim.
HAYIRLI,MUTLU HAFTALAR ARKADAŞLAR...
12 Kasım 2010 Cuma
KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

KURBAN BAYRAMINIZI KUTLAR SAĞLIKLI,MUTLU BİR BAYRAM GEÇİRMENİZİ DİLERİM.
KUCAK DOLUSU SEVGİLER....
13 Eylül 2010 Pazartesi
12 Dev Adam-EZEL-Referandum
Ramazan geldi derken ramazan geldi geçti,Evet mi hayır mı derken referandum sonuçlandı,Şampiyonluk maçı derken oda bitti gitti.Referandum sonuçlarına kimisi sevindi kimisi üzüldü ama esas bundan sonra olacaklar önemli ,umarım milletimiz için hayırlısı neyse o olur diyorum ve artık evet\hayır tartışmasının bitmesini istiyorum.
Fotoğraf;http://www.12devadam.com/

Fotoğraf;http://www.ezel.tv

Ve son olarak benim dizim Ezel'e gelelim.Harika kadrolarına Haluk Bilgineri de ekleyerek ve süpriz yaparak Kıvanç Tatlıtuğ'u da getirerek bu sezona damgasını vurdular.Bence bu sene EZEL birinci dizi olmaya devam edecek.Bir an önce pazartesi gelsin istiyorummm. :D:D:D
7 Eylül 2010 Salı
BURUK BİR RAMAZAN BAYRAMI ...

Sanırım yarın ve bayram boyunca nete giremeyeceğim o yüzden hepinizin şimdiden Bayramınızı kutlarım.Şeker tadında ,mutlu,kazasız,bol dualı bir bayram diliyorum..
Bu arada söylemeden de edemiyeceğim A MİLLİ BASKETBOL ve A MİLLİ FUTBOL takımlarımızı gösterdikleri başarılardan dolayı tebrik ediyorum.
MUTLU BAYRAMLAR ...
5 Eylül 2010 Pazar
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Allah’ın isimleri (Esma-i hüsna)
1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka ilah bulunmayan tek Allah.
2- Er-Rahmân: Dünyada bütün mahlûkata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.
3- Er-Rahîm: Ahirette, sadece müminlere acıyan, merhamet eden.
4- El-Melik: Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.
5- El-Kuddûs: Her noksanlıktan uzak ve her türlü takdîse lâyık olan.
6- Es-Selâm: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran. Cennetteki bahtiyar kullarına selâm eden.
7- El-Mü’min: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu veren.
8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan.
9- El-Azîz: İzzet sahibi, her şeye galip olan, karşı gelinemeyen.
10- El-Cebbâr: Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve yaptıran. Hükmüne karşı gelinemeyen.
11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok.
12- El-Hâlık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği halleri takdir eden.
13- El-Bâri: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan.
14- El-Musavvir: Varlıklara şekil veren ve onları birbirinden farklı özellikte yaratan.
15- El-Gaffâr: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Dilediğini günah işlemekten koruyan.
16- El-Kahhâr: Her istediğini yapacak güçte olan, galip ve hâkim.
17- El-Vehhâb: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden.
18- Er-Razzâk: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.
19- El-Fettâh: Her türlü sıkıntıları gideren.
20- El-Alîm: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile en mükemmel bilen.
21- El-Kâbıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan.
22- El-Bâsıt: Dilediğinin rızkını genişleten, ruhları veren.
23- El-Hâfıd: Kâfir ve facirleri alçaltan.
24- Er-Râfi: Şeref verip yükselten.
25- El-Mu’ız: Dilediğini aziz eden.
26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.
27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden.
28- El-Basîr: Gizli açık, her şeyi en iyi gören.
29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı bâtıldan ayıran. Hikmet sahibi.
30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.
31- El-Lâtîf: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.
32- El-Habîr: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan.
33- El-Halîm: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi.
34- El-Azîm: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.
35- El-Gafûr: Affı, mağfireti bol.
36- Eş-Şekûr: Az amele, çok sevap veren.
37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce.
38- El-Kebîr: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.
39- El-Hafîz: Her şeyi koruyucu olan.
40- El-Mukît: Rızıkları yaratan.
41- El-Hasîb: Kulların hesabını en iyi gören.
42- El-Celîl: Celal ve azamet sahibi olan.
43- El-Kerîm: Keremi, lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden.
44- Er-Rakîb: Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri murakabesi altında bulunduran.
45- El-Mucîb: Duaları, istekleri kabul eden.
46- El-Vâsi: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden.
47- El-Hakîm: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.
48- El-Vedûd: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan.
49- El-Mecîd: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü övgüye layık bulunan.
50- El-Bâis: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen.
51- Eş-Şehîd: Zamansız, mekansız hiçbir yerde olmayarak her zaman her yerde hazır ve nazır olan.
52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran.
53- El-Vekîl: Kulların işlerini bitiren. Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran.
54- El-Kaviyy: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.
55- El-Metîn: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü.
56- El-Veliyy: Müslümanların dostu, onları sevip yardım eden.
57- El-Hamîd: Her türlü hamd ve senaya layık olan.
58- El-Muhsî: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen.
59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.
60- El-Muîd: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.
61- El-Muhyî: İhya eden, yarattıklarına can veren.
62- El-Mümît: Her canlıya ölümü tattıran.
63- El-Hayy: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan.
64- El-Kayyûm: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan.
65- El-Vâcid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
66- El-Macîd: Kadri ve şânı büyük, keremi, ihsanı bol olan.
67- El-Vâhid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan.
68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci.
69- El-Kâdir: Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan.
70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi.
71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan.
72- El-Muahhir: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan.
73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan.
74- El-Âhir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.
75- Ez-Zâhir: Yarattıkları ile varlığı açık, aşikâr olan, kesin delillerle bilinen.
76- El-Bâtın: Aklın tasavvurundan gizli olan.
77- El-Vâlî: Bütün kâinatı idare eden, onların işlerini yoluna koyan.
78- El-Müteâlî: Son derece yüce olan.
79- El-Berr: İyilik ve ihsanı bol olan.
80- Et-Tevvâb: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.
81- El-Müntekım: Asilerin, zalimlerin cezasını veren.
82- El-Afüvv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden.
83- Er-Raûf: Çok merhametli, pek şefkatli.
84- Mâlik-ül Mülk: Mülkün, her varlığın sahibi.
85- Zül-Celâli vel İkrâm: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi.
86- El-Muksit: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan.
87- El-Câmi: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her mahlûkatı bir araya toplayan.
88- El-Ganiyy: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan.
89- El-Mugnî: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden.
90- El-Mâni: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen.
91- Ed-Dârr: Elem, zarar verenleri yaratan.
92- En-Nâfi: Fayda veren şeyleri yaratan.
93- En-Nûr: Âlemleri nurlandıran, dilediğine nur veren.
94- El-Hâdî: Hidayet veren.
95- El-Bedî: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan).
96- El-Bâkî: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.
97- El-Vâris: Her şeyin asıl sahibi olan.
98- Er-Reşîd: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.
99- Es-Sabûr: Ceza vermede, acele etmeyen.
Hz. Muhammed (s.a.s.) HAYATI
1- Ailesi
Burada Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dedeleri, babası, annesi, bunların aileleri ile yakın akrabasından ve bir bütün olarak kabilesi olan Hâşimoğulları'ndan bahsedilecektir. Eşleri ve çocukları konusu ileride ayrıca ele alınacaktır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke'de oturan Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları koluna mensuptur. Soyu, Fihr (Kureyş) b. Mâlik yoluyla Hz. İbrahim'in torunlarından Adnân'a kadar uzanır. Babası Abdullah b. Abdülmuttalib, dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim, büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf, babaannesi Fatıma bint Amr'dır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in baba tarafından akrabalarını tanıtmaya büyük dedesi Hâşim'den başlamak istiyoruz. Hâşimoğullarının atası ve aynı zamanda Hz. Muhammed (s.a.s.)'in büyük dedesi olan Hâşim'in asıl adı Amr idi. Mekke'de kıtlık olduğu bir yılda Suriye'den somun getirip ufalayarak tirit yaptırdığından dolayı kendisine "ufalayan" manasında "Hâşim" denilmiş ve bundan sonra bu isimle anılır olmuştur. Daha önce de görüldüğü gibi, Kureyş kabilesinin yaz ve kış seyahatlerini ilk defa tertipleyen ve âdet haline getiren odur. Kendi zamanında, rifâde ve sikâye görevlerini yürütüyordu. Bir ticaret seyahati için Suriye'ye giderken uğradığı Medine'de, Adiy b. Neccâroğullarından Selmâ bint Amr ile evlendi. Bu evlilikten, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dedesi Şeybe (Abdülmuttalib) dünyaya geldi. Hâşim bir ticaret seyahati esnasında Gazze'de vefat etti ve oraya defnedildi.[49]
Hâşim'in, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dedesi Abdülmuttalib'in de aralarında bulunduğu beş oğlu ve beş kızı vardı. Abdülmuttalib, sekiz yaşına kadar Medine'de annesinin yanında kaldı. Hâşim'in vefatı üzerine kardeşi Muttalib, Medine'ye gelip Abdülmuttalib'in annesi Selmâ bint Amr'ın iznini alarak yeğenini Mekke'ye götürdü. Şehre girerken Muttalib'in devesinin terkisindeki çocuğu gören Mekkeliler onu kölesi zannederek kendisine Abdülmuttalib dediler ve o günden sonra Abdülmuttalib diye anıldı. Muttalib'in onu kölesi olarak tanıttığı da söylenmektedir. Abdülmuttalib kendi zamanında Hâşimoğullarının başkanıydı. Hacıların su ve yemek ihtiyacını karşılama (sikâye ve rifâde) görevlerini yürütüyordu. Bu görev babasından kendisine miras kalmıştı. Gördüğü bir rüya üzerine Cürhüm kabilesinin Mekke'den giderken kapattığı Zemzem Kuyusu'nun yerini keşfederek yeniden kazdı. Kur'an'da da haber verilen Fil Olayı'nda Ka'be'yi yıkmaya gelen Ebrehe ile görüşmelerde bulundu.[50] Hâşim'in Abdülmuttalib dışındaki oğullarından Ebû Sayfiy, Esed ve Nadle'nin nesilleri İslâm'ın doğduğu yıllara dek devam ettiyse de daha sonra kesilmiştir. Dolayısıyla Benî Hâşim'den sadece Abdülmuttalib'in nesli devam etmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullah, Abdülmuttalib'in oğullarından biriydi. Abdullah'ın başından geçtiği bilinen en önemli olay, babasının onu kurban etmek istemesidir. Şöyle ki; Zemzem kuyusunu kazdığı esnada Abdülmuttalib'in Hâris'ten başka oğlu bulunmuyordu. O nedenle Kureyş kabilesinin önde gelen kişileri tarafından rahatsız edildi. Savunmasız kalması üzerine, kendisini destekleyecek on oğlu olduğu takdirde birisini kurban edeceğine dair adakta bulundu. On oğlu dünyaya gelince bunlardan birini kurban etmeye karar verdi. Kurban adayını belirlemek için çekilen kur'a, başlangıçta Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullah'a çıktı. Fakat deve sayısı artırılarak çekilen kur'a sonucunda Abdullah'ın yerine yüz deve kurban edildi. Abdullah, kurban edilmek istendiği sırada hayatta olan kardeşlerinin en küçüğü idi.[51]
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcaları ve halalarına gelince, amcaları arasında Hâris, Zübeyr, Ebû Talib, Ebû Leheb, Hamza ve Abbas meşhurdurlar. Bunlardan Hâris ve Zübeyr, İslâm'dan önce vefat etmiş, diğerleri ise İslâm dönemine yetişmişlerdir. İslâm dönemine yetişenlerden Ebû Leheb ve Ebû Tâlib İslâm'ı kabul etmezken, Hamza ve Abbas Müslüman olmuşlardır. Hâşimoğulları, Abdülmuttalib'in dört oğluna, yani Abbas, Hâris, Ebû Tâlib ve Ebû Leheb'e nisbetle sırasıyla Abbâsîler, Tâlibîler, Hârisîler ve Lehebîlerden oluşmuştur. Abdülmuttalib'in diğer oğlu ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in babası Abdullah'ın nesli Hz. Peygamber'in kızı Fâtıma yoluyla devam etmiştir. Hz. Hamza'nın üç oğlu bir kızı olmuşsa da daha sonraki dönemlerde nesli devam etmemiştir.[52] Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Âtike, Beyzâ, Ervâ, Berre, Safiye ve Ümeyme adlarında halaları vardır.
Hz. Peygamber'in Soy Kütüğü
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in annesi Kureyş kabilesinin Zühreoğulları koluna mensup Âmine bint Vehb'dir. Âmine'nin babası Vehb b. Abdümenâf, kabilesi Zühreoğulları içinde hatırı sayılır bir kimseydi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in anneannesi ise Kureyş'in Abdüddâroğulları kolundan Berre bint Abdüluzzâ'dır. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hem annesi hem babası Kureyş'in seçkin ailelerine mensuptur. Her ikisinin nesebi de Kilâb b. Mürre'de birleşmektedir.[53]
Hz. Peygamber'in annesi Âmine'nin Ailesi
Abdullah evlilik çağına geldiğinde babasının girişimi üzerine Âmine bint Vehb ile evlendi. Geleneğe göre evliliğin üç günü Âmine'nin evinde geçti. Abdullah evlendikten birkaç ay sonra yaz ticareti için Suriye'ye gitti. Oradan dönerken uğradığı Yesrib'de babasının dayılarının yanında hastalandı. Bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etti ve orada defnedildi. Babası öldüğünde Hz. Muhammed (s.a.s.) henüz dünyaya gelmemişti. Abdullah geride miras olarak beş deve, bir koyun sürüsü ve Ümmü Eymen (Bereke) adlı bir cariye bırakmıştı.[54]
2- Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği
Hz. Muhammed (s.a.s.) 20 Nisan 571 tarihinde Mekke'de Benî Hâşim mahallesinde, babası Abdullah'tan kalan evde dünyaya geldi. Kaynaklarda onun Fil Olayı'nın meydana geldiği yılda, bu olaydan 55 gün sonra ve kamerî aylardan Rebîülevvel'in 12. gecesinde doğduğu kaydedilir.[55]
Âmine, doğumdan sonra hemen kayın babası Abdülmuttalib'e haber göndererek torununun dünyaya geldiğini bildirdi. Abdülmuttalib geldiğinde Âmine, hamile iken gördüğü bir rüyada çocuğa "Ahmed" veya "Muhammed" adının verilmesinin söylendiğini hatırlattı. Abdülmuttalib çocuğu kucağına alarak Kâbe'ye götürdü, Allah'a şükretti ve ona Muhammed adını verdi. Doğumunun yedinci gününde Mekkelilere ziyafet verdi. Hz. Peygamber'in sünnetli olarak dünyaya geldiği rivayet edildiği gibi,[56] dedesi tarafından doğumunun yedinci gününde sünnet ettirildiği söylenir.[57] Abdülmuttalib'e, ataları arasında Muhammed adıyla anılan bir kimseye rastlanmadığı hatırlatılıp torununa bu ismi vermesinin sebebi sorulduğunda "Onun gökte ve yerde övülmesini istedim" cevabını vermiştir.[58] Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bir diğer meşhur ismi de Ahmed'dir. Araplar arasında Muhammed ve Ahmed isminde bazı şahıslar bulunuyordu. Kaynaklarda bu adı taşıyan bazı kişilerin adları kayıtlıdır. Meselâ ensardan Muhammed b. Mesleme meşhurdur.[59] Şu kadar var ki bu isimler yaygın olarak kullanılmıyordu.
Doğumdan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)'i üç veya dokuz gün annesi Âmine, daha sonra kısa bir müddet, amcası Ebû Leheb'in câriyesi Süveybe emzirdi. Süveybe ondan önce Hz. Hamza'yı ve daha sonra da Ebû Seleme'yi de emzirdiği için Hz. Muhammed (s.a.s.)'le bu ikisi sütkardeşi olurlar.[60] Mekke'nin sıcak havası bebeklerin sağlıklı büyümelerine elverişli olmadığından, şehrin ileri gelen aileleri yeni doğan bebekleri göçebe kabilelere mensup sütannelere verirlerdi. Bununla çocuklarının çölün sağlıklı havasında büyümelerini ve aynı zamanda fasîh Arapçayı öğrenmelerini sağlamış olurlardı. Çocuklar genellikle sekiz-on yaşlarına kadar sütanne yanında yaşarlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumunu takip eden günlerde Taif yakınlarında çölde göçebe hayatı yaşayan Hevâzin kabilesinin Sa'd b. Bekir kolundan, içlerinde Halîme bint Ebû Züeyb'in de bulunduğu on kadın, emzirmek için çocuk almak üzere Mekke'ye gelmişlerdi. Halîme'nin yanında kocası Hâris b. Abdüluzzâ da vardı. Bu kadınlar sütanneliğini gelir kaynağı olarak düşündüklerinden, zengin ailelerin çocuklarını tercih ediyorlardı. Diğer kadınlar yetim olduğu için "Onun annesi ve dedesi bize fazla bir yardımda bulunamaz" diyerek Hz. Muhammed (s.a.s.)'i almak istememişlerdi. Halime de başlangıçta, onu almakta tereddüt etti. Kabilesine eli boş olarak dönmemek için, kocasının da fikrini alarak ona sütannelik yapmayı kabul etti ve çocuğu beraberinde götürdü. Hz. Muhammed (s.a.s.) sütannesinin ailesi içinde çok sevildi; onlar için uğurlu oldu ve bereket getirdi, aile bolluğa kavuştu. İki yaşını doldurduğunda Halîme onu ailesine göstermek üzere Mekke'ye getirdi. Âmine, o sıralarda Mekke'de veba salgını bulunduğundan ve çöl havasının da çocuğa iyi geldiğini gördüğünden, onun sütannede kalmasını istedi. Halîme de Hz. Muhammed (s.a.s.)'i beraberinde geri götürdü. Beş (dört olduğu da söylenir) yaşında Mekke'ye getirip annesine teslim etti. Bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşına kadar Mekke'de annesinin yanında kaldı. Hz. Peygamber'in Abdullah, Üneyse ve Şeymâ adlı sütkardeşleri vardır. Sütannesi, sütbabası ve sütkardeşlerinin İslâmiyeti kabul ettikleri bilinmektedir.[61] Sa'd b. Bekir kabilesi fasîh Arapçasıyla ünlüydü. Hz. Peygamber düzgün bir lisana sahip oluşunun, çocukluğunu bu kabile arasında geçirmesine bağlı olduğunu söylemiştir.[62]
Kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'in sütannesinin evine giderken ve onun yanında kaldığı süre zarfında başından geçen birtakım olağanüstü durumlardan bahsedilir. Bunlar arasında göğsün yarılması hadisesi (şakkı sadır) önemli yer tutar. Bu konuda kaynaklarda yer alan rivayetlerden birisi özet olarak şöyledir: Halîme'nin anlattığına göre, çocuğu Mekke'den getirdikten bir kaç ay sonra, Muhammed sütkardeşi ile evlerinin arkasında kuzu güderken, sütkardeşi koşarak annesinin ve babasının yanına gelir. Beyaz elbiseli iki adamın Muhammed'i tutup yere yatırdıklarını, karnını yardıklarını ve karıştırdıklarını bildirir. Halîme ile kocası derhal koşarlar; çocuğu benzi sararmış bir şekilde ve ayakta bulurlar. Ne olup bittiğini sorduklarında Muhammed, "Beyaz elbiseli iki adamın kendisini yere yatırıp karnını yardıklarını ve bir şeyler aradıklarını" söyler. Bunun üzerine sütannesi ile sütbabası çocuğu alıp çadıra dönerler.[63] Bu mealde başka rivayetler de vardır. Meselâ bir rivayette, olayın yukarıdakine benzer şekilde, bir soru üzerine Hz. Peygamber'in anlattığı kaydedilir.[64] Ayrıca, on yaşlarında iken; Hira Mağarası'nda Cebrail'le ilk karşılaştığında; Mi'rac olayı öncesinde gibi farklı zaman ve mekanlarda bu tür muameleye tâbi tutulduğuna dair rivayetler de kaynaklarda yer almaktadır. Olayla ilgili anlatımlar, yaş, yer, zaman ve kaç defa meydana geldiği hususunda birbiriyle farklılık ve çelişki arzetmektedir. Çeşitli araştırmacılar tarafından konuyla ilgili rivayetler ravi ve metin açısından eleştirilmiştir. Şurası gerçektir ki, bu işin Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.s.)'i peygamberliğe hazırlamak amacıyla yapıldığı iddia ediliyorsa, manevî bir temizlik veya hazırlığın yine manevî tarzda olması gerekir. Halbuki rivayetlerde bu işin maddi bir operasyonla yapıldığı anlatılmaktadır. Ayrıca göğsün yarılması olayı İnşirâh Sûresi ile irtibatlandırılmıştır.[65] Fakat İnşirâh Sûresi'nde "Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?" derken, "şakkı sadır"dan, göğsün yarılmasından değil, "şerhi sadır"dan, yani göğsün açılmasından bahsedilmektedir. Göğsün açılmasından maksat da arayış içinde olan Hz. Peygamber'e hak dinin gösterilmesi, peygamberlik görevini nasıl yerine getireceğine dair endişelerinin, korkularının, Allah tarafından genişlik verilerek giderilmesi, gönlünün arıtılması ve ferahlatılmasıdır. Yani olay maddi değil, manevîdir. Nitekim aynı sûrenin ikinci ve üçüncü âyetlerinde "Biz senin belini büken yükünü senden alıp atmadık mı?" derken Hz. Peygamber'in sırtındaki maddi bir yükün Cenâb-ı Hak tarafından yere indirilmesinden değil, Peygamber'i üzen ve tahammülü ağır gelen zorlukların kendisinden kaldırılmasından bahsedilmektedir.[66] Bu, sûrenin birinci âyetinin de maddî bir operasyon olarak değil, manevî bir iş olduğu şeklinde izah edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun için de cerrâhî müdaheleye gerek olmadığı açıktır. Ancak ne var ki, manevi bir olayın sembolik anlatımı, daha sonraki raviler tarafından gerçekmiş gibi mütâlaa edilmiştir. Ortaya çıkışıyla ilgili olarak şu hususlar düşünülebilir: Olağanüstü olayların Peygamber'in çocukluğundan beri onun hayatında mevcut olduğunu ispat için böyle bir olay anlatılmış olabilir. Bir de göğüs yarılması, doğu kültüründe mevcut olan, Araplarda da bilinen ve hatta Zerdüşt ve Ümeyye b. Ebü's-Salt gibi şahıslar hakkında da anlatılan mitolojik bir hikayedir. Bu tür mitolojik bir hikaye Hz. Peygamber hakkında da uyarlanmış olabilir.[67]
Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesi Âmine, yanına çocuğunu ve cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak Medine'ye gitti. Gayesi, doğumdan önce vefat eden kocası Abdullah'ın kabrini ve ailenin dayıları sayılan Adiy b. Neccâroğullarını ziyaret etmekti. Medine'de en-Nâbiğa'nın evinde misafir edildiler. Abdullah'ın mezarı da bu evin avlusunda idi. Burada bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke'ye dönerken Âmine, Medine'ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebvâ'da hastalanarak vefat etti ve orada defnedildi. Ümmü Eymen çocuğu Mekke'ye getirerek dedesine teslim etti. Bu yolculukta Abdülmuttalib'in, gelini ve torunu ile birlikte gittiği de söylenmektedir.[68] Hz. Muhammed (s.a.s.) daha sonraları Medine'de bu seyahatle ilgili hatıralarını anlatmıştır.[69]
Peygamberimiz annesinin vefatından sonra, sekiz yaşına kadar, iki yıl dedesinin himayesinde kaldı. Bakımını da dadısı Ümmü Eymen yürüttü. Dedesi, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i çok severdi; onsuz sofraya oturup yemek yemezdi. Kâbe duvarının gölgesine Abdülmuttalib için bir minder serilir, hiç kimse ona saygısından dolayı bu mindere oturmazdı. Hz. Muhammed (s.a.s.) gelip oturduğunda amcaları onu minderden indirmek isterler, Abdülmuttalib ise "Oğlumu bırakın. Allah'a yemin ederim ki ileride bunun şanı büyük olacaktır" der, onu minderin üstüne yanına oturtur, eliyle sırtını okşar ve böyle hareket etmesinden hoşlanırdı. O sekiz yaşında iken dedesi vefat etti.[70] Hz. Muhammed (s.a.s.) dedesinin vefatına çok üzüldü. Ümmü Eymen, dedesinin vefat ettiği gün Hz. Muhammed (s.a.s.)'i ağlarken gördüğünü söylemiştir.[71]
Abdülmuttalib vefat etmeden önce torununu Ebû Tâlib'e emanet etti. Zübeyr ile Ebû Tâlib'in kur'a çektikleri söylendiği gibi, Hz. Peygamber'in Ebû Tâlib'i tercih ettiği de kaynaklarda kaydedilir. Burada Zübeyr, Ebû Tâlib ve Abdullah'ın ana-baba bir kardeş olduklarını da belirtmek gerekir. Ebû Tâlib, yeğeni Muhammed'i kendi öz çocuğu gibi severdi. Bir yere gittiği zaman onu da beraberinde götürürdü. O, ölümüne dek, kırk yıldan fazla Hz. Muhammed (s.a.s.)'e öz babası gibi davranmış, onun üzerine titremiş, sevmiş, korumuş ve yetişmesi için elinden geleni yapmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) de Ebû Tâlib'e işlerinde yardımcı olmuştur. Çünkü Ebû Tâlib'in ailesi kalabalıktı; buna karşılık dar gelirliydi; maddî durumu pek iyi değildi. Ebû Tâlib'in hanımı Fâtıma bint Esed de sekiz yaşından itibaren Hz. Muhammed (s.a.s.)'e öz annesi gibi bakmıştır. Aynı zamanda Hz. Ali'nin annesi olan bu hanım, kendi çocuklarından önce onu doyurur ve gözetirdi. Hz. Muhammed (s.a.s.), Ebû Tâlib'in ölümünden sonra iman eden ve Medine'ye hicret eden Fatıma bint Esed'i sık sık ziyaret ederdi.[72]
Hz. Muhammed (s.a.s.) on iki (dokuz olduğu da söylenir) yaşında iken Ebû Tâlib ticaret maksadıyla Suriye'ye gitmeye karar verdi. Hz. Muhammed (s.a.s.) seyahate kendisini de götürmesini ısrarla rica etti. Onun ısrarına dayanamayan Ebû Tâlib de yeğenini beraberinde götürdü. İslâm Tarihi kaynaklarının verdikleri bilgiye göre ticaret kervanı Suriye topraklarında bulunan Busrâ'da konakladığı esnada, bir bulutun kervanın içinden birine devamlı gölge yaptığını gören Bahîrâ adındaki rahip, kervan mensuplarını yemeğe davet eder. Bahîrâ çocuğu dikkatle inceler ve bazı sorular sorar. Ebû Tâlib'e, yeğeninin İncil'de gönderileceği vadedilen peygamber olduğunu söyler; çocuğu iyi korumasını tembih eder. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Şam'a gitmekten vazgeçerek Mekke'ye döner.[73]
Bu rivayet daha sonraları Hristiyan tarihçiler ve Müslüman tarihçiler tarafından tartışılmıştır. Olay, Hristiyan yazarlar tarafından istismar edilmiş ve yanlış değerlendirilmiştir. Onlardan bazıları bunu inkar etmişler; Ehl-i Kitab'ın Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber olacağını daha önce kendi kitaplarından öğrenmiş oldukları yolundaki rivayetlerin Hristiyanlıktan dönen Müslümanlar tarafından uydurulduğunu ve bunun bir efsaneden ibaret olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, İslâm dininin esaslarına ait bir kısım bilgileri Bahîrâ'dan öğrendiğini iddia etmişlerdir. Hatta "Kur'ân'ın yazarı Bahîrâ" diyecek kadar ileri gitmişlerdir. Batılı bilim adamlarının bu tür iddialarından rahatsız olan bazı Müslüman alimler de, Bahîrâ olayına ait rivayetlerin doğru olmadığını, olayı nakleden râvîler içinde hadiseyi gören kimse bulunmadığını söylemişlerdir. Ayrıca o sıralarda çocuk yaşta olan Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Bahîrâ ile görüşmesinden İslâm dininin esaslarına ait bazı şeyler öğrenmesinin akıl ve mantığa ters düştüğünü belirterek, ya bu olayı tamamen reddetmişler veya üzerinde durmaya gerek görmemişlerdir. Bahîrâ olayı şayet doğru bile olsa, gerçekten dokuz veya on iki yaşındaki bir çocuğun bir kaç saat zarfında Kur'ân'ı ezberlemesi, yeni bir din fikrini öğrenebilmesi ve bir nesil sonra etrafındaki insanlara ilâhî bir tebliğ olarak nakletmesi imkansızdır. Üstelik rivayetlerde, Bahîrâ'nın Hz. Muhammed (s.a.s.)'e bir şey okuduğuna ve öğrettiğine dair kayıt da yoktur. Şayet böyle bir şey meydana gelseydi, peygamber olarak görevlendirildikten sonra kervanın diğer mensupları bunu ortaya koymaktan geri durmazlardı. Bütün bunlara ek olarak şunu da söylemek gerekir: İslâm'ın tevhid akidesi ile Hristiyanlığın teslis inancı arasında benzerlik mevcut değildir. Kur'ân'da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gençliğinde hristiyanlarla ilişkisi olduğunu ve onlardan bir şeyler öğrendiğini gösteren hiçbir delil de yoktur.[74]
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gençliğinde başından geçen önemli olaylardan birisi de Dördüncü Ficâr Savaşı'na katılmasıdır. İslâm'dan önce Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşlar meydana gelirdi. Bunlardan dördü, kötülük yapmanın ve kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda yapıldığı için, "Ficâr Savaşları" denilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu savaşlara iştirak ettiği sırada yirmi yaşında idi. Onun katıldığı bu savaşta Kureyş ve Kinâne kabileleri, Kays Aylân ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu savaş Kinane kabilesinden Berrâd b. Kays'ın, Hevâzin kabilesinden Urve b. Utbe'yi bir ticarî rekabet üzerine öldürmesi sonucu, Hevâzin kabilesinin Kureyş ve müttefiklerine saldırıp Harem bölgesine kadar kovalaması üzerine çıkmıştır. Savaşta Kureyş ve Kinâne'nin genel komutanı Harb b. Ümeyye idi. Ayrıca Kureyş kabileleri ayrı ayrı birlikler halinde savaşmışlardır. Benî Haşim'in komutanlığını Zübeyr b. Abdülmuttalib yapmıştır. Kays Aylân, başlangıçta üstünlük elde ettiyse de savaş akşama doğru Kureyş ve Kinâne'nin galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Sonunda Kureyş'ten o sıralarda otuz yaşlarında bir genç olan Utbe b. Rebîa'nın gayretiyle taraflar arasında anlaşma sağlanmıştır. Kureyş saflarında ve kendi kabilesi Hâşimoğullarının yanında amcalarıyla birlikte bulunan Hz. Muhammed (s.a.s.)'in savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, atılan okları kalkanlarla karşılayıp toplayarak onlara vermekle yetindiği söylendiği gibi; ok attığı ve bundan dolayı pişman olmadığını ifade ettiği de kaynaklarda kayıtlıdır. Yine kaynaklarda, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bulunduğu safın karşısında savaşan her düşman grubunun hezimete uğradığı, bundan dolayı onun, Kureyş ordusunun komutanı Harb b. Ümeyye'nin dikkatini çektiği kaydedilir. Kureyş açısından bu savaşın önemi Haram aylarda yaşanan barışçı ortamın ihlâlini, ticarî hayata vurulan darbeyi önlemek, Harem bölgesinin mukaddesliğine leke sürülmesine engel olmaktı.[75]
Araplar arasında savunma, himaye veya zulme uğrayanın hakkını zalimden alma gibi amaçlarla ittifak kurulurdu. Bu, anılan maksatlarla iki veya daha fazla kabile, bir kabile ile başka bir kabileye mensup bir şahıs veya iki şahıs arasında yardımlaşmayı ve dayanışmayı temin için gerçekleşebilirdi. "Hilf" (ç. ahlâf) adı verilen bu ittifak ve antlaşmalar, kuruluş amacına veya kuruculara verilen sıfatlara göre Hilfü'l-Fudûl, Hilfü'l-Mutayyebûn, Hilfü'l-Ahlâf gibi adlarla anılırdı. Hz. Muhammed (s.a.s.), Ficâr Savaşlarından kısa süre sonra Hâşim, Muttalib, Esed, Zühre ve Teymoğullarının ittifakı ile kurulan Hilfü'l-Fudûl Antlaşması'na katılmıştır. Bu antlaşmanın gerçekleşmesine Hz. Muhammed (s.a.s.)'in amcası Zübeyr teşebbüs etmiştir. Teym kabilesi ileri gelenlerinden Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde toplanan kurucu üyeler; zulme uğrayanların haklarını zalimlerden alıncaya kadar mücadele edeceklerine, Mekke halkından ve Mekke'ye dışarıdan gelen kimselerden haksızlığa uğrayanların yanında yer alacaklarına ve zalimden hakkını alıncaya kadar mazlumu destekleyeceklerine dair karar aldılar. Bu antlaşmanın akdine şu olayın vesile olduğu söylenir: Zübeyd kabilesinden bir şahıs Mekke'ye gelir ve Âs b. Vâil'e ticaret için getirdiği malını satar. Ancak Âs, malın ücretini vermez. Zübeydli, Ahlâf kabileleri olan Abdüddâr, Mahzum, Cumah, Sehm ve Adiy'e başvurur. Ancak onlar Âs b. Vâil'e karşı adama yardım etmezler. Bunun üzerine alacaklı Kureyş kabilesini yardıma çağırır. Zübeyr b. Abdülmuttalib ve Abdullah b. Cüd'ân'ın önderliğinde Hilfülfudûl Antlaşması akdedildikten sonra cemiyet üyeleri Âs b. Vâil'e giderler ve malın parasını tahsil edip Zübeydliye verirler.[76] Yirmi yaşında iken bu antlaşmanın imzalanmasına iştirak eden Hz. Muhammed (s.a.s.), sonraları bu olaydan övgüyle bahsetmiş ve şunları söylemiştir: "Ben, Abdullah b. Cüd'an'ın evinde bir antlaşma yapılırken bulundum ki, bu antlaşmayı güzel ve kızıl develere değişmem. İslâm'da böyle bir antlaşmaya çağrılsam derhal kabul ederim".[77]
3- Hz. Hatice İle Evliliği
Bu iki olaydan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yirmi beş yaşında iken Hatice ile evlendiği yıla kadar başından geçen olaylar hakkında kaynaklarda detaylı bilgi mevcut değildir. Onun bu süre zarfında amcası Ebû Tâlib'e işlerinde yardımcı olduğu anlaşılmaktadır. Hatice ile evlenmeden önce onun kervanını Suriye'ye götürüp getirdiği bilinmektedir. Burada, önce Hatice'nin ailesi ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'le evlenmeden önceki hayatı hakkında kısa bilgi vermek istiyoruz.
Hatice, Kureyş'in Esedoğulları kolundan Huveylid b. Esed'in kızıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'le evlenmeden önce başından iki evlilik geçmişti. Önce Ebû Hâle ile, onun ölümü üzerine Atîk b. Âbid ile evlenmişti. Hz. Hatice'nin her iki evlilikten de çocukları dünyaya gelmişti. İkinci kocasının da ölmesi üzerine kendini çocuklarına ve işine vermişti. Diğer zengin Kureyşliler gibi kendi adına Suriye ve Yemen'e ticaret kervanları gönderiyordu. Akıllı, zeki, namuslu, zengin ve güzel olduğu için Kureyş'in ileri gelenleri kendisiyle evlenmek istiyorlar, fakat o, bütün teklifleri reddediyordu.
Her ikisi de Mekkeli olduğu için Hatice ile Hz. Muhammed (s.a.s.)'in birbirlerini tanıdıkları muhakkaktır. Ancak evlenmeden kısa bir müddet önce, birbirlerini daha yakından tanımaya vesile olan önemli bir fırsat doğdu. Bu da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hatice'nin ticaret kervanını ücret karşılığında Suriye'ye götürmesidir. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Suriye seyahatinden önce de Hatice adına Meysere'nin eşliğinde Hicaz-Yemen kervan yolu üzerinde kurulan Hubâşe Panayırı'na ticaret maksadıyla gittiği kaynaklarımızda nakledilmektedir.[78]
Hz. Muhammed (s.a.s.) 25 yaşında iken Hatice'nin, kervanını Suriye'ye götürmek üzere adam aradığını öğrenen Ebû Tâlib, yeğenine durumu anlattı ve Hatice'den iş istemesini söyledi. Esasen Hz. Muhammed (s.a.s.) amcası Ebû Tâlib'in yanında ticarî alanda tecrübe sahibi olmuştu. Konu kendisine iletilince, Hatice hemşehrileri arasında güvenilir ve doğru sözlü bir şahsiyet olarak şöhret bulan Hz. Muhammed (s.a.s.)'e kervanını memnuniyetle teslim etti. Kaynaklarda onun Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğruluğunu, güvenilirliğini ve ahlakını öğrenmesi üzerine kendisine iş teklif ettiği de nakledilmektedir.[79] Hz. Hatice, kölesi Meysere'yi de onun yanına verdi. Aynı tür hizmet için diğer şahıslara iki genç deve verdiği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e bunun iki mislini, yani dört deve vermeyi kabul etti. Hz. Muhammed (s.a.s.), Suriye'de bulunan Busrâ'ya kadar giderek Mekke'den götürdüğü malları sattı ve istediği malları da satın alarak Meysere ile birlikte Mekke'ye döndü. Getirdiği malları Hatice'ye teslim etti. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yönettiği bu kervan, daha önceki seferlerin iki misli kârla dönmüştü. Meysere, Hatice'ye Hz. Muhammed (s.a.s.)'den övgüyle bahsetti. Sonuçtan son derece memnun olan Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vadettiği ücretin iki katını verdi.[80]
Hatice bundan sonra Hz. Muhammed (s.a.s.)'e evlilik teklifinde bulundu. Bu evliliğe Hz. Hatice'nin arkadaşlarından Nefîse bint Ümeyye'nin aracılık ettiği de söylenmektedir.[81] Muhammed de kendisine yapılan bu teklifi amcalarıyla istişâre etti. Sonunda kabul etti; nikah ve düğün için bir gün kararlaştırıldı. Hz. Muhammed (s.a.s.), amcası Ebû Tâlib ve Hamza ile birlikte Hatice'nin evine gitti. Kureyş'in ileri gelenleri de merasimde hazır bulundular. Hatice, babası Huveylid Ficâr savaşlarından önce öldüğü için, amcası Amr b. Esed'e haber gönderdi. Amcasının oğlu Varaka b. Nevfel de orada hazır bulundu. Arap örf ve âdetlerine göre törende Ebû Tâlib ve Varaka b. Nevfel birer konuşma yaptılar. Ebû Tâlib konuşmasında Hz. Muhammed (s.a.s.)'in üstün ahlakından bahsederek Hatice'yi amcasından istedi ve mehrini zikretti. Mehir yirmi deve veya beş yüz dirhem gümüş idi. Varaka b. Nevfel de yaptığı konuşmada bu evliliğin kendileri için bir şeref olduğunu söyledi. Ebû Tâlib develer keserek düğün yemeği verdi.[82]
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Muhammed (s.a.s.), eşinin evinde ikamet etmek üzere Ebû Tâlib'in evinden ayrıldı. İkisi arasında mutlu bir aile hayatı geçti. Sevgi, saygı, bağlılık ve iyi geçim üzerine kurulan bu evlilik İslâm Tarihi boyunca, günümüze dek, örnek aile yuvası olarak gösterilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.), Hatice ile evlendikten sonra geçim sıkıntısından kurtuldu ve müreffeh bir hayat sürmeye başladı. Evliliklerinin ilk yıllarında Hatice'nin malı ile ticarete devam etti. Bu maksatla Hubâşe Panayırı'na gitti. Bu arada gençliğini yanında geçirdiği amcası Ebû Tâlib'i de unutmadı. Otuz altı yaşında iken, amcasının yükünü hafifletmek amacıyla, o sıralarda beş yaşında olan Ali'yi yanına alarak bakımını üstlendi. Ali bundan sonra hicrete kadar Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yanında kaldı. Hz. Muhammed (s.a.s.) aynı zamanda Ali'nin kardeşi Câfer'i de öteki amcası Abbas'ın yanına vermeyi sağladı.[83]
Hz. Muhammed (s.a.s.) Hatice ile evlendiği sırada yirmi beş yaşında bulunuyordu. Hatice'nin ise kırk, kırk altı ve yirmi sekiz yaşında olduğuna dair rivayetler de mevcuttur.[84] Genellikle kırk yaşında olduğu kabul edilmektedir. Bununla birlikte, yirmi sekiz yaşında olduğunu ileri sürenlerin görüşü, biyolojik gerçekler çerçevesinde kuvvet kazanmaktadır. Çünkü Hz. Hatice'nin Hz. Muhammed (s.a.s.)'den altı çocuğu olmuştur. Bu, kırk yaşından sonra imkansız olmamakla birlikte, evlendiklerinde yirmi sekiz yaşında olması gerçekle bağdaşmakta ve daha makul görülmektedir. Nitekim bunu kabul eden yazarlar da vardır. Mesela Ahmed et-Tâcî, "Şayet Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'le evlendiğinde kırk yaşında idiyse, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahiy geldiğinde elli beş yaşında olması gerekir. Bu yaşta bir kadın nasıl doğum yapar? Halbuki Abdullah adlı çocuğunu peygamberlikten sonra doğurduğu kesindir" değerlendirmesini yaparak, evlendiğinde yirmi sekiz yaşında olduğuna dair rivayeti diğerine tercih ettiğini belirtmektedir.[85]
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu dünyaya geldi. Erkek çocuklarının adları Kâsım ve Abdullah, kızlarının adları ise Zeyneb, Rukıye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma'dır. Erkek çocukları daha bebek iken vefat etmişlerdir. İslâm tarihçilerinden, onun erkek çocuklarının sayısının üç veya dört olduğunu kaydedenler, Tayyib ve Tahir adlı çocuklarından bahsedenler de vardır. Ancak tercih edilen görüşe göre Tayyib ve Tâhir, ayrı çocukların adları değil, Abdullah'ın lakabıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in kızlarından Rukıye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm, babalarının sağlığında çeşitli aralıklarla, Fâtıma ise babasından altı ay sonra vefat etmiştir. Araplarda ilk doğan çocuğa nispetle künye alma ve bu künye ile anılma adet olduğundan, Hz. Muhammed (s.a.s.) de Hatice'den olma ilk oğlu Kâsım'a nisbetle Ebü'l-Kâsım künyesini almıştır.
4- Kâbe Hakemliği
Hz. Muhammed (s.a.s.), otuz beş yaşında iken, yenilenen Kâbe'nin duvarına Hacerülesved'i yerine yerleştirme işinde Kureyş kabilelerine hakemlik yaptı. Mekke'de sık sık su baskınları oluyor ve seller meydana geliyordu. Yıllardan beri bu sellerden Kâbe hasar görmüş, duvarlarında çatlaklar meydana gelmiş ve hatta bina yıkılmaya yüz tutmuştu. Binanın tavanı da bulunmadığından içindeki kıymetli eşyalar, hırsızlar tarafından çalınma tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Bu sebepten Kureyş kabileleri toplanarak binayı yenilemeye karar verdiler. Tam bu sırada Kızıldeniz'de fırtınaya tutulan bir Bizans gemisi Cidde yakınlarındaki Şuaybe'de karaya oturmuş ve parçalanmıştı. İçlerinde Velîd b. Muğîre'nin de bulunduğu bir grup Kureyşli, kazânın meydana geldiği yere giderek geminin enkazını Kâbe'nin inşaatında kullanmak üzere satın aldılar. Gemide bulunan Bizanslı inşaat ustası Bâkûm'u da yanlarına alarak Mekke'ye getirdiler.
Kâbe'nin duvarları Hz. İbrahim tarafından yapıldığı söylenen temele kadar söküldü. Kureyş kabilesinin her bir kolunun inşâ edeceği kısımlar kur'a ile belirlendi. Her kabile kendi payına düşen kısmı örmeye başladı. Bu arada, halkın helal kazancından yapacağı bağışların kabul edildiği de ilan edildi. Hz. Muhammed (s.a.s.) de inşaat işinde çalıştı. Amcası Abbas ile birlikte taş taşıdı. Hz. İbrahim tarafından Kâbe'nin inşası sırasında tavafın başlangıç noktasını belirlemek amacıyla yerleştirilmiş olan Hacerülesved'in yerine konulmasına sıra gelince, her kabile bu şerefin kendisine ait olmasını istedi. Abdüddâroğulları ve Adiyoğulları, bu şerefi başkasına bırakmayacaklarına dair yemin ettiler. Ortaya çıkan anlaşmazlık neredeyse savaşa dönüşecekti. İnşaata dört beş gün ara verildi. Bu arada Kureyşlilerin en yaşlısı Ebû Ümeyye b. Muğîre'nin teklifi üzerine Harem-i Şerif'in Benî Şeybe kapısından ilk giren şahsın hakem tayin edilmesine karar verildi. Tam o sırada beklenen yerden Hz. Muhammed (s.a.s.) çıkageldi. Kureyşliler hep bir ağızdan "Bu, güvenilir (emîn) bir kimsedir. Onun vereceği karara razıyız" dediler. Mesele Hz. Muhammed (s.a.s.)'e anlatıldığında, hemen sırtından abasını (ridâ) çıkararak yere serdi. Hacerülesved'i üzerine koydu. Her kabileden birer kişiyi abanın kenarlarından tutturarak konulacağı yere getirtti. Burada taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi. Kureyşliler, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in problemi çözümünden son derece memnun oldular. Çünkü savaşa yol açabilecek bir ihtilaf büyümeden ve hiç bir kabilenin gücenmesine fırsat verilmeden halledilmiş oldu. Duvarları örme işi bittikten sonra Kâbe'ye bir de ahşap tavan yapıldı.[86] Hz. Muhammed (s.a.s.)'in otuz beş yaşında başından geçen bu olaydan sonra, kendisine vahyin geldiği kırk yaşına kadar her yıl ramazan ayında Hirâ Mağarası'nda inzivaya çekildiği görülmektedir.
5- Hz. Muhammed'in Peygamberlikten Önceki Hayatının ve Kişiliğinin Temel Özellikleri
Buraya kadar Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğinden önceki hayatını ve başından geçen önemli olayları ana hatlarıyla ortaya koymuş bulunuyoruz. Onun peygamberlik dönemine geçmeden önce, bu döneme kadarki hayatının temel özellikleri hakkında bilgi vermenin gerekli olduğu kanaatindeyiz. Bu, onun vahiy gelmeden önce nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu başlık altında yetim ve fakir olarak büyümesi, yetimliğin ve fakirliğin kendisi için önemi, ümmî oluşu, ticaretle meşgul oluşu, çevresi, ahlakı ve dinî hayatı üzerinde durulacaktır.
a- Yetim ve Fakir Olarak Büyümesi
Hz. Muhammed (s.a.s.) yetim olarak büyüdü. Daha önce de belirtildiği gibi, doğmadan önce babası, altı yaşında iken annesi, sekiz yaşında iken de dedesi ölmüştü. Bundan sonra, amcasının yanında hayatını sürdürmüştü. Belki de Cenâb-ı Hak, ileride peygamber olarak görevlendireceği Hz. Muhammed (s.a.s.) için bu tür yetişme tarzını uygun görmüştü. O, anne-baba ve dedesinin yönlendirmesinden uzak olarak yetişti. Çünkü anne ve baba, yetişme dönemindeki çocuğun kişiliğinin oluşmasında ve yönlendirilmesinde büyük paya sahiptir. Sonuç olarak, onun terbiyesini bizzat Cenâb-ı Hak üstlenmiştir, diyebiliriz. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadisinde "Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti"[87] buyurmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) fakir olarak büyüdü. Sekiz yaşına kadar dedesinin himayesinde, yirmi beş yaşına kadar da amcasının yanında kaldı. Gerçi babası Abdullah, beş deve, birkaç koyun ve Ümmü Eymen adlı cariyeyi miras bırakmıştı. Ama, babası, henüz dedesi sağ iken öldüğü için, Arap miras hukukuna göre babası sağ iken ölen kişinin mirası çocuğuna düşmezdi. Esasen mirası, aileden büyük erkekler alırdı. Bununla beraber, babasının bıraktığı miras kendisine tahsis edilse bile bu mal onu zengin edecek miktarda değildi. Yirmi beş yaşında iken bile, Hatice'nin kervanını dört deve karşılığında Suriye'ye götürüp getirmeye razı olmuştu. Fakat başkasının yediğinde, giydiğinde gözü kalacak ölçüde yoksul da değildi. O her ne kadar bir yetim olsa da kendi derdi ile başbaşa, içine kapalı ve yalnız kalmış biri olarak görmemek gerekir. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla ailesi arasında akrabalık bağları güçlüydü. Zengin bir kadın olan Hatice ile evlenmesiyle birlikte de, her ne kadar Mekke'nin önde gelen tacirlerinden ve zenginlerinden biri olamadıysa da rahat bir hayat sürecek seviyeye ulaşmıştı. Aynı şekilde yetimlik gibi fakirlik de insan hayatında doğal bir durum olmakla birlikte, bir peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) için fakir büyümenin önemi şu şekilde yorumlanabilir: Zengin birisi olsaydı, İslâm'a davet ettiği zaman, insanların ona malından istifade etmek için inandıkları sanılabilirdi. Halbuki, insanları cezbedecek, halkı etrafında toplayacak, dediğini tasdik ve davet ettiği esasları kabul ettirecek ve bu iş için önemli bir araç olarak kullanabilecek paraya sahip değildi. İleriki yıllarda insanlar onun etrafında mal için değil, inanç uğruna toplanacaklardır.[88]
b- Ümmî Oluşu
Güvenilir kaynaklar Hz. Muhammed (s.a.s.)'in okuma yazma bilmediği, yani "ümmî" olduğu konusunda ittifak ederler. Onun yetiştiği dönemde Mekke'de okul yoktu. Az sayıda kimse, buraya dışarıdan gelen okur-yazar kişilerden ve bu kişilerin okuttuğu kimselerden kendi gayretleriyle okuma-yazma öğrenmişlerse de Hz. Muhammed (s.a.s.) okuma-yazma öğrenmedi. Şüphesiz ileride kendisine verilecek peygamberlik görevi de ilahî hikmet gereği onun okur-yazar olmamasını gerekli kılıyordu. Hirâ mağarasında kendisine ilk vahiy getiren melek ona "oku" dediğinde "Ben okuma bilmem" demiştir. Halbuki onun, peygamberlik yıllarında okumaya-yazmaya son derece önem verdiği ve sahâbeyi buna teşvik ettiği bilinmektedir. Ona ilk gelen vahiy "oku" idi. Kendisine gelen vahiyleri ezberlediği gibi aynı zamanda katiplerine yazdırıyordu. O, belki yetim ve fakir birisi olduğu için okuyamamış olabilir. Şayet peygamberlikten önce okur-yazar olsaydı, kitap okusaydı ve bir şeyler yazmış olsaydı, peygamberlikten sonra karşıtlar, onun, kutsal kitapları, geçmişte yaşamış milletlerin tarihini okuyarak elde ettiği bilgileri tebliğ diye sunduğunu iddia edebilirlerdi. Nitekim Hz. Peygamber'in ümmî olmasının başlıca hikmeti Kur'ân-ı Kerim'de şöyle belirtilmektedir: "Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı".[89]
Onun okur-yazar olmayışı, kendisine indirilen vahiyle, diğer fikirlerin birbirine karışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Bunun dışında Hz. Muhammed (s.a.s.), devrinin meşhur rahip, şair, kahin ve bilge kişileri önüne diz çöküp ders almamış ve ilim öğrenmemiştir. Kahinlerin mahareti olan sihir, büyü gibi gizli ilimler konusunda da hiçbir bilgisi ve iddiası yoktu. Hatta bunlardan nefret ederdi. Bazı alimler, onun ümmîliğini peygamberlik alâmetleri arasında gösterirler. Çünkü o, okur-yazar olmadığı halde, bir sûresinin benzeri bile ortaya konulamayan bir kitap getirmiştir. Peygamberliği döneminde kendisine indirilen bu kitabı okuyor, tekrarlıyor ve bir tek harfinde bile tereddüde düşmüyordu. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ümmî olmakla birlikte ticaret için gerekli olan hesabı bildiği ve paraların üzerindeki yazıları tanıdığı muhakkaktır. "Ancak her hangi bir kutsal kitap okuyamadığı kesindir".[90] Hz. Muhammed (s.a.s.), o günün yaygın olan bilgi ve fikirleriyle de beslenmemiştir. Ayrıca o, toplum hayatının içinde yetişmiş, insanları tanımış, örf ve adetleri öğrenmiş, topluma hâkim olan kuralları bilen, ileri görüşlü, becerikli, işbilir, çevresine karşı duyarlı bir cemiyet adamı olarak yetişmiştir.[91]
Hâşimoğulları içinde hemen herkes, hatta kadınlar bile şiir okuduğu halde Hz. Muhammed (s.a.s.) şiir inşâd etmemiş, kaside yazmamış veya bu konuda bir çabada da bulunmamıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Biz Muhammed'e şiir öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi"[92] buyrularak şairlikle peygamberliğin bir arada bulunmayacağı bildirilir. Câhiliye'de şiirin başlıca konuları olan övgü, övünme, yergi ve kahramanlık gibi duygularla kırk yaşına kadar hemhal olan bir insanın o yaştan sonra mütevazi bir kimse olarak bütün insanlığı kuşatıcı düşünce ve duygularla ortaya çıkması düşünülemezdi. Kabilenin kâhini, hâkimi, lideri durumunda olan ve el üstünde tutulan bir şâir olsaydı, ki ondan önce ve onun döneminde şâirin kabilesi içindeki durumu böyleydi, hayatında asla yer vermediği şan ve şöhrete düşkün bir kimse haline gelebilirdi.[93]
Hz. Muhammed (s.a.s.) kâhin, arrâf, büyücü, gâibden haber veren birisi asla değildi ve bu tür kimselerden nefret ederdi. Kendisine peygamberlikten önce vahiy konusunda bilgisi yoktu ve kesinlikle peygamber olacağını bilmiyordu. Kur'an'ın ifadesiyle kitap ve imanın ne olduğunu bilmiyordu.[94] O, diğer insanlar gibi bir beşerdi. Ancak gerek dış görünüşüyle ve gerekse ahlakıyla her insanda bulunan özelliklere en üst düzeyde sahipti. Bu bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s.)'e insanüstü birtakım özellikler ve olaylar atfetmek yanlış olduğu gibi, onu alelâde bir insan konumuna indirmek de doğru değildir.
c. Ticaretle Meşgul Oluşu
Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisine peygamberlik gelmeden önce ticaretle meşgul oluyordu. Bu meslek ona pek çok vasıf kazandırmıştır. Cesaret, kendisini aldatmak isteyenlere, yağmacı ve soygunculara karşı uyanıklık, bu vasıflardan birkaçıdır. Ayrıca ticaret sayesinde alış-veriş usullerini, insanlarla iletişim kurma yollarını öğrenmiştir. Sosyal yönü gelişmiştir; değişik ülkelerin ve değişik yörelerin insanlarını ve kültürlerini tanımıştır, örf ve âdetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. O sadece Hicaz bölgesinde ve Arap Yarımadası dahilinde ticaret yapmakla yetinmemiş, uluslararası ticaretle, yani ithalat ve ihracat işleriyle meşgul olmuştur.
Ticaretle uğraşması onun bir başka özelliğini de ortaya koymaktadır. O da başkasına yük olmaması ve kendi alın teriyle kazancını temin etmesidir. Nitekim o, "insan için en hayırlı kazancın el emeği ile elde edilen kazanç olduğunu"[95] söylemiştir. Ticarî faaliyetleri onun doğruluk ve güvenilirlik özelliğini de ortaya koymaktadır.
d- Çobanlık Yapması
Hz. Muhammed (s.a.s.) çocukluğunda ve gençliğinde çobanlık da yapmıştır. Bunu gerek sütannesi Halime'nin yanında bulunduğu sırada ve gerekse daha sonraki dönemde Mekke ve çevresinde yaptığı bilinmektedir. Kendi ailesine ait sürünün yanında Mekkelilere ait olanları da güttüğü rivayet edilmektedir. Bu, Mekke'de çocukluğunu ve gençliğini geçiren bir kimsenin meşgul olacağı normal bir iştir. Nitekim Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud da çocukluklarında çobanlık yapmışlardır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun konumundaki bir çocuğun veya gencin o günkü ortamda en başta yapabileceği iş, ya ailesine ticarî işlerde yardım etmek, ya da etinden, sütünden, derisinden ve satıp da parasından istifade edebilecekleri hayvanların bakımını üstlenmekti. Üstelik ticarî faaliyetler için büyük öneme sahip olan develerin de beslenmesi gerekiyordu. Kureyş her ne kadar yerleşik hayat yaşasa da, kervanlar için gerekli olan develere bakmak zorunda idi. Hz. Muhammed (s.a.s.), ileriki yıllarda, çobanlıkla ilgili hatıralarını zevkle hatırlar ve arkadaşlarına anlatırdı. Ecyâd mevkiinde çobanlık yaptığını bildirmiştir. Söylediğine göre peygamberler içinde çobanlık yapmayan yoktur.[96] Mesela Hz. Musa da, Hz. Davud da çobanlık ettikleri sırada peygamber olmuşlardır.[97] Ancak buradan, çobanlığın peygamberliğin bir şartı olduğu da anlaşılmamalıdır. Yukarıda da işaret edildiği gibi Hz. Peygamber ve muhtemelen diğer peygamberler de, kendi devirlerinin ekonomik koşulları çerçevesinde bu mesleği icra etmişlerdir. O'nun, ticarî faaliyetlerinde amcasına yardım ettiği gibi, hayvanların bakımında da yardım etmesi gayet doğaldı. Aksi takdirde tembel tembel oturmuş veya avâre bir şekilde gezip dolaşmış olurdu. Aynı zamanda çobanlığın kişiyi sabra ve tahammüle alıştırdığını, himayesi altındakileri koruma alışkanlığı kazandırdığını ve sorumluluk duygusu aşıladığını da belirtmek gerekir.
e- Toplum İçindeki Yeri ve Çevresi
Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke ve Taif'in bilhassa zenginlikleriyle ünlü ileri gelenlerinden birisi değildi. Bu, kendisine vahiy geldikten sonra, Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesiyle, muhaliflerinin onun hakkında söyledikleri sözlerden anlaşılmaktadır: "Bu Kur'an, iki şehrin (Mekke ve Taif) birinden büyük bir adama indirilmeli değil miydi? dediler"[98] Onlara göre peygamberlik Mekke zenginlerinden Velîd b. Muğîre veya Taifli Urve b. Mes'ud'a gelmeliydi.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberlikten önceki arkadaşları ve dostları ahlâkı düzgün, hatırı sayılır kimselerdi. Bunların en tanınmışı Ebû Bekir'dir. Onun dışında Kureyş'in saygıdeğer şahsiyetlerinden ve Hatice'nin yeğeni olan Hakîm b. Hizâm onun samimi dostlarındandı. Ayrıca Ezd kabilesine mensup tabip ve şair Dımâd b. Sa'lebe ve Mahzûm kabilesinden Kays b. Sâib de onun dostlarındandı. Kays daima Hz. Muhammed (s.a.s.)'in güvenilir ve dürüst olduğunu anlatırdı. Hz. Muhammed (s.a.s.) kendi emsalinden pek çok gencin mübtelâ olduğu içki, kumar, zina, hırsızlık gibi kötü alışkanlıklara bulaşmamış ve bu alışkanlıklara sahip olanlarla arkadaşlık yapmamış, onlardan uzak durmuş ve etkilenmemiştir.
f- Güvenilir Oluşu
Hz. Muhammed (s.a.s.), insana esas değeri kazandıran ahlakî meziyetleriyle ünlüydü. Bu meziyetlerinin başında güvenilir (emîn) olması gelmektedir. Güvenilirlik (emanet), esasında bütün peygamberlerin ortak vasfıdır. Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) de tüm hayatında bu vasfı taşımıştır. Vefâlı, sözünde duran, mert, doğru sözlü ve güvenilir olduğu için halk arasında "Muhammedüni'l-Emîn" lakabıyla şöhret bulmuştur. Hatta O yirmi beş yaşlarındayken Mekke'de sadece "el-Emîn" diye anılıyordu.[99] Nitekim Hatice onun güvenilir olduğunu bildiğinden ticaret malını kendisine rahatlıkla teslim etmiştir. O dönemde nakit ve menkul eşyaların muhafazası için herhangi bir kurum mevcut olmadığından, Kureyş'ten bazı kimselerin ona kıymetli eşyalarını emanet olarak bıraktıkları bilinmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu emanetlere asla ihanet etmez ve sağlam bir şekilde sahiplerine iade ederdi. En zor anlarında ve güç durumda kaldığı zamanlarda bile bu emanetlere hıyanet etmemiştir. O kendisine emanet edilen şey hususunda güvenilir olduğu gibi sözünde ve işinde de güvenilir idi. Asla vefasızlık yapmazdı.
g- Ahlâkı
Hz. Muhammed (s.a.s.), zeki, sakin, kendinden emin, ölçülü ve dengeli tutuma sahip, sözü dinlenir, herkes tarafından sevilen ve takdir edilen, doğruluğundan ve samimiyetinden şüphe edilmeyen bir karaktere sahipti. Meslektaşlarının saygısını kazanmış bir tacirdi. Hakbilir idi. Onunla peygamberlik öncesinde ticarî ilişkilerde bulunanlar, çok iyi bir arkadaş olduğunu, hak hususunda hatır-gönül tanımadığını, zerre kadar riyakarlık yapmadığını söylemişlerdir.[100] Yalan söylemezdi. Dost-düşman herkes onun yalan söylemediğini itiraf ederdi. Akrabalarının hakkını gözetir, ailesiyle ilgilenir, geçimini helal yoldan kazanır, yetimleri korur, muhtaçlara, zayıf ve güçsüzlere yardımda bulunur, misafire ikram eder, herkesle iyi geçinirdi.
h- Dinî Hayatı
Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisine vahiy gelmeden önce Arap Yarımadası'nda ve buranın sınırlarında yaygın olan Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusilik gibi dinlerden hiç birine girmedi. Bu dinlerin mensuplarının söylediklerine de yakınlık duymadı. Putlara tapan Mekkeli müşrikler arasında büyümesine ve yaşamasına rağmen putperestliğe de ilgi duymadı; putlara inanmadı, tapmadı, secde etmedi. Müşrik âdetlerinden hiçbirine meyletmedi. Arapların takip ettiği yolun yanlış, taptıkları putların ve bu putların gözüne girmek için yaptıkları işlerin boş olduğunu anlamıştı. Çünkü o putlar hiçbir işe yaramayan, faydası ve zararı olmayan, yaratmayan, bir belayı savmaya gücü yetmeyen şeylerdi.
Hz. Muhammed (s.a.s.) toplumdaki sosyal bozuklukların da farkındaydı. Kabilelerin önde gelen kişileri olan zengin tüccarlar, akrabaları arasında bulunan muhtaçlara karşı bile geleneksel görevlerini yerine getirmekte ihmalkar davranıyorlardı. Sahip oldukları servetler, Mekkeli zenginleri gururlu, kibirli ve küstah hale getirmiş, çeşitli sebeplerle güçsüz kalmış kimselere karşı üstünlük taslamalarına yol açmıştı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise kıt imkanlarıyla fakir, muhtaç ve kimsesizleri kolluyordu. O, Mekke'deki sosyal bozuklukların farkına varmış olmalıdır. Bunlar onun sâlim fıtratıyla, vahiyden önce de kendi kendine gözlemleyebileceği şeylerdi.
Hz. Muhammed (s.a.s.) Allah'ın varlığına, birliğine ve ahiret hayatına inanıyordu. Halkın dalalet içinde bulunduğunu görüyordu. Ancak bu konuda ne yapılacağını, toplumun şirkten nasıl kurtulacağını bilmiyor, hiçbir şey yapamıyor, elinden de bir şey gelmiyordu. Otuz beş yaşında iken Kâbe'nin tamir ve yeniden inşası sırasında Tek Allah'a adanmış bu evin sayısız putlarla doldurulmuş olması, onu sarsmış ve derin düşüncelere sevk etmiş olmalıdır. Nitekim otuz beş yaşından, kırk yaşında kendisine vahiy gelinceye kadar, her yıl Ramazan ayında, Mekke'nin kuzeydoğusunda ve Kâbe'ye yaklaşık 5 km. uzaklıkta bulunan Nur dağındaki Hirâ Mağarası'nda inzivaya çekilmeye başlamıştı. Burada düşünceye dalıyor, Allah'ı ve O'nun yaratıcı gücünü düşünerek ibadet (tahannüs) ediyordu. Azığı bitince evine geliyor, yiyeceğini aldıktan sonra tekrar mağaraya dönüyordu. Mağarada inzivâ hayatı sona erince Kâbe'yi tavaf ediyor ve sonra evine geliyordu. Daha önce Hanîflerden Zeyd b. Amr b. Nüfeyl ile Abdülmuttalib b. Hâşim'in de aynı mağarada uzlete çekildikleri bilinmektedir.
diyanet.gov.tr
Hz. Muhammed (S.a.S)
1- Hz. Muhammed'in Peygamber Olarak Görevlendirilişi
Yukarıda da açıklandığı gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) özellikle otuz beş yaşından sonra, tefekkür ve ibadetle meşgul oluyordu. Bu amaçla, Mekke'nin kuzeydoğusunda yer alan ve Kâbe'ye yaklaşık 5 km. uzaklıkta bulunan Nur dağındaki Hira mağarasına[101] kapanıyordu. Devamlı düşünmeyi, insanlardan uzak durmayı, dedikodulardan kaçınmayı ve nefis murakabesi yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Uykudayken gördüğü rüyalar gün ışığı kadar parlak ve aydınlık oluyor, rüyada gördükleri daha sonra aynen gerçekleşiyordu. Bu durum devam ederken, inzivâ hayatını daha çok sevmeye ve ramazan ayını mağarada geçirmeye başladı. Bazen hanımı Hatice'nin de onunla birlikte gittiği oluyordu. Mağaraya gelen yoksullara da yanındaki yiyecekten ikram ediyordu. Yiyeceği tükenince evine gelip yenisini aldıktan sonra tekrar Hira'ya dönüyordu. İnziva süresi sona erince, Mekke'ye inerek Kâbe'yi tavaf ettikten sonra evine gitmeyi alışkanlık hâline getirmişti.
Kur'an-ı Kerim'de peygamberliğin (bi'set) nasıl başladığı konusunda ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Hadislerde ve tarih kitaplarında vahyin doğru rüyalarla (er-ru'yâ es-sâdıka) başladığı bildirilmektedir. Peygamberliğin ilk müjdeleri kabul edilen ve altı ay süren bu rüyaları gördüğü süre zarfında Hz. Muhammed (s.a.s.), biraz önce söylediğimiz gibi yalnız kalmayı tercih ediyor ve Hira'da tefekküre dalıyordu. O sırada kırk yaşındaydı. 610 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde[102] sabaha karşı ibadetle meşgul olduğu sırada vahiy meleği Cebrail kendisine "Oku" emrini verdi. O zamana kadar hiç karşılaşmadığı ve görmediği meleğin heybetli görünüşü ve hitâbı karşısında heyecanlanan ve korkuya kapılan Hz. Muhammed (s.a.s.), şaşkınlık ve endişe içerisinde "Ben okuma bilmem" cevabını verdi. Onu dayanamayacağı ölçüde sıkıp sonra bırakan Cebrâil "Oku" emrini tekrarladıysa da yine "Ben okuma bilmem" karşılığını aldı. Bu konuşma aynı şekilde ikisi arasında üç defa tekrarlandı. Cebrail üçüncü defa aynı cevabı aldıktan ve onu tahammülü çok zor bir şekilde sıkıp bıraktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş ayetini okudu. Hz. Muhammed (s.a.s.) de tekrarladı:
"Oku! Yaratan Rabbının adıyla. O insanı bir "alaka"dan yarattı. Oku! Rabbın sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğretti"[103]
Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur'ân'ın bu ilk ayetlerini Cebrail'in öğretmesiyle okudu, kalbine iyice yerleştirdi ve ezberledi; ancak heyecanı ve korkusu sürüyordu. Aldığı vahyin etkisiyle titreyerek hızla evine geldi. Yatağına girdi ve eşi Hatice'ye "Beni örtünüz, beni örtünüz" dedi. Derin bir uykuya daldı. Uyanınca başından geçenleri eşine anlattı ve "Kendimden korktum" dedi. Hatice onu sakinleştirici şu sözleri söyledi: "Korkma, Allah'a yemin ederim ki, O hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen akraba hakkına riayet edersin, doğru konuşursun; âciz olanların işini yüklenirsin. Fakiri doyurur, misafiri ağırlar, halka yardım edersin".
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in endişe ve korkusu mahiyetini bilmediği bir durumla karşılaşmasından kaynaklanıyordu. O nedenle bunun bir cinnet alameti, bir kehanet başlangıcı olabileceği kaygısını taşıdığını belirtiyordu.[104] Eşi Hatice onu teselli etmeye çalıştıktan sonra amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e götürdü. Kaynaklarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i götürmeyip bizzat kendisinin giderek durumu Varaka'ya anlattığı da kaydedilmektedir.[105] Gerçekten Hz. Hatice, bu nâzik durumda izlenebilecek en güzel yolu seçmiştir. Her şeyden evvel olayı gizlememiş; kendisini ve kocasını şaşkınlık ve korku içinde ve sürüncemede bırakmamıştır. Danışacağı kimseyi de çok iyi seçmiştir. Varaka b. Nevfel yerine bir başkasına gidebilirdi. Fakat o böyle yapmamıştır. Danışmak için kendilerini rahatlatacak ve samîmî bir şekilde yardımcı olabilecek kişiyi seçmiştir. Çünkü Varaka, Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında bilgisi olan, Tevrat ve İncil gibi kitapları okuyan, bunları bilen kimselerin sözlerini dinlemiş olan bir bilgindi. Putlara tapmaktan nefret ettiği için hak dini aramak amacıyla Zeyd b. Amr ile birlikte Suriye'ye gitmişti. Onun Hristiyanlığı kabul ettiği de söylenmektedir. Okuma-yazma biliyordu. Kitâb-ı Mukaddesi çok incelemiş, onu İbrânîce harflerle Arapçaya çevirmişti. Gözleri görmeyen Varaka, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den başından geçenleri dinleyince şunları söyledi: "Bu gördüğün, Allah'ın Mûsâ'ya indirdiği Cebrâîl (Nâmûs)'dir. Keşke davet günlerinde genç olsaydım! Keşke kabilenin seni yurdundan çıkaracağı günler hayatta bulunsaydım." Varaka'nın bu sözlerini işiten Hz. Muhammed (s.a.s.) "Onlar beni buradan çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da "Evet, çünkü senin getirdiğin şeyi getiren herkes, bu düşmanlığa uğramıştır. Eğer o günlere yetişirsem sana mutlaka yardım ederim" şeklinde cevap verdi.[106]
Varaka'nın sözleri Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içini rahatlatmıştı. Bu defa aynı tecrübenin tekrarlanmasını ve kendisine gelen meleğin yeniden görünmesini istiyordu. Bu ümitle sık sık Cebrâil'le karşılaştığı Hira Mağarası'na gidiyor ve onu gözlüyordu. Fakat günler, haftalar geçtiği halde melek gelmiyordu. Bu şekilde aradan uzun zaman geçti. Buna "Fetretü'l-Vahiy" denir. Kaynaklar, bu bekleyiş için birkaç günden üç yıla kadar çeşitli süreler kaydederler. Fakat bu durumun çok uzun müddet devam etmediği muhakkaktır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bundan rahatsız olmuş ve endişelenmiş; hatta Rabbi tarafından terkedildiği zannına kapılmıştır. Bir gün Hira dağından evine gelirken Cebrâil'i ilk gördüğü heybetli haliyle tekrar gördü. Daha önceki gibi korku ve heyecana kapılarak derhal evine koştu ve yatağına girdi. Fakat melek evde bir kez daha karşısına çıktı ve ona şöyle hitap etti: "Ey örtünen adam, kalk ve (insanları) uyar. Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeylerden uzak dur".[107] Bu ayet-i kerîmeler Hz. Muhammed (s.a.s.)'e peygamberlik görevinin verildiğini; bundan böyle Allah'ın kendisine vahyettiklerini insanlara tebliğ edip öğreteceğini; onları Allah'ın yoluna davet edeceğini; itaat edenleri dünya ve âhiret mutluluğu ile müjdeleyip, yüz çevirenleri cehennem azabıyla korkutacağını gösteriyordu.
2- İslâm'a Davet ve İlk Müslümanlar
Hz. Peygamber Müddessir Sûresinin nâzil olması üzerine insanları İslâm'a davet etmeye başladı. Kaynaklar onun kendisine peygamberlik görevi verilmesinden itibaren üç (veya dört) yıl boyunca İslâm'ı gizlice yaymaya çalıştığını ve açıkça davet yapılması emredilene kadar gizli davetin devam ettiğini kaydederler.[108] Bu süre zarfında Hz. Peygamber tebliğini önce ailesine, sonra da dostlarına ve güvendiği kişilere yapmıştır.
Hz. Peygamber ilk davetini hanımı Hz. Hatice'ye yaptı. Nâzil olan ayetleri ona okudu. "Şimdi bana kim inanır?" deyince Hatice "Kimse inanmazsa ben inanırım" cevabını vererek Hz. Peygamber'in peygamberliğini ilk olarak tasdik etme şerefine nail oldu. Hz. Peygamber daha önce Cebrâil aleyhisselamın kendisine öğretmiş olduğu abdest ve namazı Hz. Hatice'ye öğretti. Hz. Peygamber'in kızları Zeyneb, Rukıye ve Ümmü Gülsüm de anneleri ile aynı zamanda İslâm'a girdiler. Fatıma ise o sırada henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Hz. Hatice ve kızlarından sonra, Hz. Peygamber'in evinde oturan ve o sıralarda henüz on veya on bir yaşında bulunan Ali b. Ebû Tâlib ile Hz. Peygamber'in azatlısı Zeyd b. Hârise de iman ettiler.
Hz. Peygamber'i Hz. Hatice ile birlikte namaz kılarken gören Hz. Ali bunun mahiyetini öğrenmek isteyince, Hz. Peygamber Allah'ın seçmiş olduğu dinin bu olduğunu bildirdi. Onu tevhid dini İslâm'ı kabule, faydası ve zararı olmayan putlara tapmayı terketmeye davet etti. Hz. Ali önce babasıyla istişare etmek istediğini söyledi. Ancak Hz. Peygamber, davetin açıklanmasından önce bunun yayılmasını hoş görmediği için, gizli tutmasını istedi. Ertesi gün Hz. Ali babasına danışmaya gerek duymadan iman etti. Bir gün Ebû Tâlib, Hz. Peygamber'i Hz. Hatice ve Hz. Ali ile birlikte namaz kılarlarken gördü ve bu din hakkında bilgi istedi. Hz. Peygamber bu dinin Allah'ın, meleklerin ve babası İbrahim'in dini olduğunu ve Allah'ın kendisini elçi olarak gönderdiğini bildirdi. Ebû Tâlib'i iman etmeye davet etti. Ebû Tâlib ise, dedelerinin dininden ve inandığı şeylerden vazgeçmeyeceğini ifade etti. Ancak olumsuz tepki göstermediği gibi, hayatta olduğu sürece onu koruyacağına dair söz de verdi.[109]
Aile bireylerinden sonra tebliğ sırası yakın arkadaşlarına gelmişti. Hz. Peygamber'in güvenilir ve sadık dostu Ebû Bekir onun davetine olumlu cevap vererek hiç tereddüt etmeksizin iman etti. Üstelik sadece kendisi iman etmekle de kalmadı; yakın dostlarına, sözü geçecek kimselere Müslüman olduğunu anlatarak onları da İslâm dinine girmeye, Allah'a ve O'nun elçisine iman etmeye çağırdı. İlk siyer yazarlarından İbn Hişâm, eserinde Ebû Bekir'in daveti ile Müslüman olan sahâbîler için özel bir bölüm ayırmıştır. Buna göre Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebû Vakkâs ve Talha b. Ubeydullah, Ebû Bekir'in daveti üzerine Müslüman olmuşlardır. Ebû Bekir bu şahısları Hz. Peygamber'in huzuruna götürmüş, onlar da İslâm'ı kabul edip namaz kılmışlardır.[110] Bunlardan sonra iman eden şahıslardan bazıları şunlardır: Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Ebû Seleme, Erkam b. Ebü'l-Erkam, Osman b. Maz'un, Ubeyde b. Hâris, Saîd b. Zeyd ve hanımı Fâtıma bint Hattâb, Umeyr b. Ebû Vakkas, Âmir b. Ebû Vakkas, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Abdullah b. Mes'ud, Habbâb b. Eret, Abdullah b. Cahş, Ebû Ahmed b. Cahş, Hâlid b. Saîd, Âmir b. Füheyre, Ammâr b. Yâsir, Suheyb b. Sinan, Bilâl-i Habeşî, Ebû Zer el-Gıfârî...
Hz. Peygamber, tebliğe ilk başladığı andan itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ve mevlâ ayırımı yapmaksızın tüm insanları İslâm'a davet etti. Nitekim ilk Müslümanlar incelendiğinde içlerinde toplumun her kesiminden fertlerin bulunduğu görülmektedir. Bunun yanısıra ilk Müslümanların genellikle gençlerden oluşan bir topluluk olduğu dikkati çekmektedir. Müslüman olduklarında birkaç kişi elli yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise otuz yaşın altında bulunuyordu. İçlerinde nüfuzlu ailelere mensup hür kişiler ve zengin ailelerin çocukları bulunduğu gibi, Kureyş'in çeşitli kollarına antlaşmalı (halîf) olarak katılmış kimseler, azatlılar, köleler, kadınlar ve kızlar da yer alıyordu. Kısaca İslâm, daha ilk tebliğ edildiği andan itibaren toplumun her kesimine mensup kimseler tarafından kabul görmüştür. Bu durum aynı şekilde ileriki yıllarda da devam edecektir.
Gizli davet döneminde İslâm'ı kabul edenlerin güvenilir, sır saklayan, sâdık, putperestlikten, câhiliyenin bid'at ve sapıklıklarından hoşlanmayan ve hak dine ilgi duyan kimseler oldukları görülmektedir. Bu dönemde Müslümanlar evlerinde veya tenha dağ aralıklarında abdest alıp namaz kılabiliyorlardı. Hz. Peygamber öğle ibadetini Harem-i Şerif'te yapabiliyor, geceleri burada namaz kılabiliyordu. Ancak Müslümanlar toplu halde ibadet edemiyor; müşriklerin topluca bulundukları yerlerde İslâm'a davette bulunamıyorlardı; Kur'ân'ı da gizlice okuyorlardı. Çünkü İslâm'ı açıkça tebliğ ettiklerinde saldırıya uğruyorlardı. Nitekim bir gün Hz. Peygamber, biraz sonra sözünü edeceğimiz Erkâm b. Ebü'l-Erkam'ın evinde Müslümanlarla sohbet ediyorken, başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere sahâbîler, İslâm'ı müşriklere açıklamak üzere Kâbe'nin yanına gitmeyi Hz. Peygamber'e teklif ettiler. Hz. Peygamber, henüz sayılarının yeterli düzeye ulaşmadığını söyleyerek buna taraftar olmadığını açıkladı. Fakat Hz. Ebû Bekir'in ısrarına dayanamayarak hep birlikte Harem-i şerif'e gittiler. Müşrikler orada toplanmış oturuyorlardı. Hz. Ebû Bekir cesaretle ortaya atılarak müşriklere karşı konuşmaya başladı; putlara tapmaktan vazgeçip Allah'a ve Resûlüne inanmak gerektiğini anlattı. Buna hoşgörü gösteremeyen müşrikler onun üzerine saldırdılar. Utbe b. Rebîa, Hz. Ebû Bekir'i fena bir şekilde döverek kanlar içinde bıraktı. Bu arada müşrikler Hz. Peygamber'e de saldırdılar.[111]
Bu durum karşısında Hz. Peygamber İslâm'ı tebliğ için uygun yerin şimdilik Erkam'ın evi (Dârülerkâm) olduğu kanaatine vardı. Mekke döneminde ve peygamberliğin ilk yıllarında Hz. Peygamber'in Dârülerkâm'daki faaliyetleri önemli bir merhale teşkil eder. Henüz on yedi veya on sekiz yaşlarında iken İslâm'ı kabul eden Erkam b. Ebü'l-Erkam'a ait olan bu ev tebliğ faaliyeti için son derece elverişli idi. Kâbe'nin yakınında, Safâ tepesinin eteğinde bulunuyordu. Hac ve umre maksadıyla dışarıdan gelenlerle dikkati çekmeden burada temas kurma imkanı vardı. Ayrıca Mekkeli Müslümanlar da Erkam'ın evine kolayca gelip gidebiliyorlardı. Hz. Peygamber burada bir yandan ashâb-ı kirâma dinî bilgiler öğretiyor; diğer yandan insanları İslâm'a davet ediyordu. Müslümanlara Kur'ân okuyor, onlarla birlikte namaz kılıyordu. Bu evdeki faaliyetler sonucu birçok kimse İslâm'ı kabul etmiştir. Hz. Ömer burada Müslüman olanların sonuncusudur. Dârülerkam'ın ikametgah olarak kullanılması ilk Müslümanların İslâm'ı kabul tarihlerine bir esas teşkil etmiştir. Nitekim kaynaklarda sahâbîlerin Müslüman oluşları, Resûlullah'ın "Dârülerkam'a girmesinden önce", "Darülerkam'da iken" ve "Dârülerkam'dan sonra" şeklinde tarihlendirilmiştir. Hz. Peygamber, nübüvvetin 6. yılında Zilhicce ayında Hz. Ömer'in Müslüman olmasıyla Dârülerkam'dan ayrılmıştır.
Hz. Peygamber, "En yakın akrabanı uyar"[112] ve "Ey Muhammed! Artık emrolunanı açıkça ortaya koy. Puta tapanlara aldırış etme"[113] âyetlerinin nâzil olması üzerine açıkça İslâm'a davet etmeye, önce yakın akrabalarından başlamak üzere tüm Kureyş'e, daha sonra da diğer kabilelere tebliğde bulunmaya başladı.
Şuarâ Sûresinde, açıkça en yakın akrabasını uyarması emrediliyordu. Şüphe yok ki bu, diğer insanlara topluca ulaşabilmesi için bir basamak teşkil edecekti. Bu âyetin nâzil olması üzerine Hz. Peygamber bir ziyafet tertipleyerek yakın akrabalarından kırk veya kırk beş kişiyi evine davet etti. Yemekten sonra amcası Ebû Leheb, onun konuşmasına fırsat vermeden ileri atılarak söze başladı ve "...Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü (!) bir şey getiren kimse görmedim" diyerek onu susturdu. Hz. Peygamber maksadını anlatamadan topluluk dağıldı. Ebû Leheb'in bu davranışı Hz. Peygamber'in gücüne gitti. Bir kaç gün sonra bir toplantı daha tertipledi. Bu toplantıda "Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım talep eder, O'na inanır, O'na dayanırım . Allah'tan başka ilah bulunmadığına şehadet ederim. O birdir, eşi ve benzeri yoktur." diyerek söze başladı. Kendilerine yalan söylemeyeceğini, kendilerini aldatmayacağını vurgulayarak sözlerine şöyle devam etti: "Allah öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka ilah yoktur. Hiç şüphesiz ben, özellikle size ve genel olarak bütün insanlara Allah'ın elçisiyim. Allah'a andolsun ki, siz uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz. Yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz."
Hz. Peygamber'in konuşmasından sonra amcası Ebû Tâlib, onun sözlerini güzel bulduğunu belirterek, emrolunduğu üzere görevine devam etmesini söyledi; onu koruyup destekleyeceğini bildirdi; ancak kendisinin atalarının dininden ayrılamayacağını ifade etti. Diğer amcası Ebû Leheb ise, bunun kötü(!) bir şey olduğunu söyleyerek akrabalarının onun faaliyetine engel olmalarını istedi; şayet onun davetini kabul ederlerse zillete maruz kalacaklarını, himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Ebû Tâlib tekrar söz alarak, sağ oldukları müddetçe onu koruyacaklarını ifade etti. Hz. Peygamber'in halası Safiye, Ebû Leheb'e karşı çıkarak davranışının hoş olmadığını açıkladı. Ebû Tâlib de Safiye'yi destekledi. Hz. Ali de Hz. Peygamber'i destekleyeceğini söyledi. Onun henüz bir çocuk olması dolayısıyla davetliler gülüştüler ve daha sonra dağıldılar. Bu toplantıda Ebû Tâlib'in oğlu Câfer ve Muttaliboğullarından Ubeyde b. Hâris İslâmiyet'i kabul etti.
Peygamberimiz İslâm'ı tüm Mekkelilere tebliğe karar verdi. Safâ tepesine çıkarak "Ey Kureyş topluluğu !" diye seslendi. Kureyş kabilesi toplanınca, "Şayet size şu dağın eteğinde bir süvari birliği var desem bana inanır mısınız?" diye sordu. "Evet, senin yalan söylediğini görmedik" cevabını aldı. Bunun üzerine şunları söyledi: "Öyleyse ben büyük bir azaba dûçâr olacağınızı size haber veriyorum. Abdülmuttaliboğulları! Abdümenâfoğulları! Zühreoğulları!... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Siz "Allah'tan başka ilah yoktur" demedikçe benim size ne dünyada ve ne de ahirette bir faydam dokunur". Hz. Peygamber sözlerini bitirir bitirmez, Ebû Leheb ayağa kalkarak "Helak olasıca! Bizi bunun için mi topladın?" diye tepki gösterdi.[114]
Böylece Hz. Peygamber İslâm'ı tüm Mekkelilere tebliğ etmiş oluyordu. Daha sonra Mekke dışındaki kabilelere de tebliğ etmeye başladı. Gerçi çeşitli vesilelerle Mekke'ye gelen şahıslar vasıtasıyla İslâm, Mekke dışında da tanınmıştı. Hatta civar kabilelerden tek tük Müslüman olanlar vardı. Ama Hz. Peygamber İslâm'ı daha geniş kitlelere yayabilmek için Mekke çevresinde kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayırları dolaşarak buralara ticaret maksadıyla gelen Arap kabilelerine ve hacılara, İslâm'ı anlatıyordu. İbn Sa'd, Hz. Peygamber'in, peygamberliğin dördüncü yılından itibaren açık davet yürüttüğünü ve bunun on yıl sürdüğünü kaydeder.[115] Kinde, Kelb, Hanîfe, Âmir b. Sa'saa, Muhârib, Fezâre, Gassân, Süleym, Abs, Uzre, Şeyban......, Hz. Peygamber'in uğrayıp İslâm'ı tebliğ ettiği kabilelerden başlıcalarıdır. Hz. Peygamber'in Mekke'de hem Kureyş'e ve hem de diğer kabilelere bu şekilde İslâm'ı anlatması hicrete kadar devam etmiştir. O, daha sonra Taif'te oturan Sakîf kabilesine de gidecektir. Ebû Leheb, Hz. Peygamber'i her yerde takip ederek sözlerini yalanlıyor, onun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kabilesini birbirine düşürdüğünü, bu yüzden sözlerine itibar edilmemesi gerektiğini söylüyordu. Diğer Kureyş müşrikleri de sürekli olarak İslâm'ın yayılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Değişik kabilelerin farklı tepkileri oluyordu. Kimisi kaba, kimisi kibar, bazısı kaçamak ve bazısı dolaylı bir şekilde karşılık veriyordu. Ama sonuç daima olumsuzdu. Bazılarının politik nedenlerle, örneğin Kureyş'ten çekindikleri için ret cevabı vermeleri dikkat çekicidir. Nitekim Evs kabilesinden Enes b. Râfi', "Biz Kureyşle ittifak yapmak maksadıyla buraya geldik. Kureyş'e düşman olarak geri dönemeyiz"[116] demiştir. Fakat kendisine takınılan tavır ne olursa olsun Hz. Peygamber sebatla, ümitsizliğe kapılmadan, azimle yoluna devam ediyor, her fırsatta davetini tekrarlıyordu. Medine döneminde çeşitli kabileleri İslâm'a davet üzerinde ileride ayrıca durulacaktır.
3- Müşriklerin Tepkisi
Hz. Peygamber'in üç yıl kadar gizli ve daha sonra da açık olarak sürdürdüğü faaliyetler esnasında Mekke müşrikleri Resûlullah'ın İslâm'a davetine ve insanlara Allah'ın bazı emirlerini bildirmesine pek karşı çıkmamışlar, onunla tartışmaya girmemişlerdi. Ancak Hz. Peygamber onların putlarını kötülemeye, putperestliğin aleyhinde konuşmaya ve putperest olarak ölen babalarının dalâlette ve cehennemlik olduğunu söylemeye başlayınca müşrikler onun peygamberliğini büyük bir tehlike(!) olarak kabul etmeye, kendisine çatmaya, karşı gelmeye ve düşmanca davranmaya başladılar.[117] Özellikle putların ve putperestlerin cehenneme yakıt olacaklarını bildiren âyet-i kerîmeler nâzil olunca ve Hz. Peygamber bu âyetleri sürekli okuyunca düşmanlıklarını artırdılar. Bu âyet-i kerîmelerin meâli şöyledir: "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer tanrı olsalardı cehenneme girmezlerdi. Halbuki hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedî kalacaklardır. Orada onlara inim inim inlemek düşer. Yine onlar orada duymazlar".[118]
Müşrikler, Hz. Peygamber'in davetini engellemek için her türlü yola başvurdular. Önceleri Hz. Peygamber'le ve Müslümanlarla alay ediyorlardı. Peygamberimiz bir topluluğun yanından geçerken birbirlerine işaret ederek "İşte Abdülmuttaliboğullarının kendisiyle gökten konuşulan oğlu"[119] diyorlardı. Bunun dışında, onu çok iyi tanıdıkları halde mecnûn, kâhin, sihirbaz ve şâir gibi sözlerle kendisine iftira ediyorlardı. Vahiyler hakkında da ne diyeceklerini şaşırmışlardı. "Kur'ân'ı ona ancak bir insan öğretiyor"[120] diyorlardı. Öğrettiğini iddia ettikleri kişi de, Hz. Peygamber'in zaman zaman yanına gidip oturduğu Cebr adlı, kendisi Hristiyan olan, Arapçayı da doğrudürüst bilmeyen yabancı bir köle idi.[121] Kur'ân-ı Kerim'de, "Kendisine nisbet edilen bu şahsın dilinin yabancı olduğu, halbuki Kur'ân'ın apaçık bir Arapça olduğu"[122] belirtilmekte; böylece müşriklerin iddiaları reddedilmektedir. Müşrikler ayrıca, Hz. Peygamber'in (hâşâ) "Öğretilmiş bir deli"[123], vahiylerin ise, "Karmakarışık rüyalar, uydurma sözler, şiir"[124], "Büyü"[125], "Peygamber'in uydurduğu bir yalan ve başka bir zümrenin bu konuda kendisine yardım ettiği"[126], "Başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan masallar"[127] olduğu şeklinde birbirinden farklı ve tutarsız iddialarda bulunuyorlardı. Bütün bu iftiralar karşısında, nâzil olan vahiylerde, Kur'ân-ı Kerîm'in uydurulduğu iddialarına şiddetle karşı çıkılmış; onun beşer sözü değil, bilakis insanların benzerini getiremedikleri ilâhî bir kelam olduğu ısrarla vurgulanmıştır. Müşrikler, eğer güçleri yetiyorsa, ona benzer bir kitap ortaya koymaya davet edilmişlerdir; ancak bunu yerine getiremeyecekleri de ifade edilerek kendilerine meydan okunmuştur.[128] Kur'ân-ı Kerim'de ayrıca onun kâhin ve mecnun olmadığı[129] da kesin bir şekilde ifade edilmiştir.
Kureyş'in düşmanlığı, sözlü hakaret, dövmek, boykot, işkence ve hatta öldürmeye kadar varan boyutlarda devam etti. En fazla baskıya maruz kalanlar, köleler ve himaye edecek kimseleri olmayan Müslümanlardı. Müşrikler, hür ve itibarlı kimseleri pek fazla rahatsız edemedikleri için hınçlarını köle ve câriyelerden alıyorlardı. İslâm'ı kabul ettikleri için işkence gören kölelerden birisi Habbâb b. Eret idi. Ona bazen kızgın taşlar üzerinde işkence edilirdi. İşkence izleri ömrünün sonuna kadar onun sırtında kalmıştır. Cumah'tan Ümeyye b. Halef, kölesi Bilal-i Habeşî'yi kızgın güneş altında sırt üstü yatırır, büyük bir kaya parçasını göğsü üstüne koydurur, sonra da İslâm'dan vazgeçmeye, Lât ve Uzzâ'ya tapmaya zorlardı. İşkence görenler arasında Bilal'in annesi Hamâme de bulunuyordu. Mahzumoğullarının kölesi Ammâr'ın babası Yâsir ile annesi Sümeyye işkence sonucu öldürülürken, Ammâr da ağır işkencelere tabi tutuldu. Müşrikler onu bayılıncaya kadar dövüyorlardı. Ebû Fükeyhe'nin ayağına bir ip takarak çakılların üzerinde sürüklüyorlardı. Lübeyne'yi şiddetli bir şekilde dövüyorlardı. Efendileri Müslümanlığı kabul etmediği müddetçe bu çaresiz insanların ya dinlerinden dönmek veya bir iyiliksever tarafından satın alınıp serbest bırakılmaktan başka çareleri yoktu. Nihayet Hz. Ebû Bekir onların imdadına yetişti. Çok sayıda Müslüman köle ve cariyeyi sahiplerine büyük miktarda paralar ödeyerek satın aldı ve sonra hürriyetlerini bağışladı. Bilâl-i Habeşî ve annesi Hamâme, Âmir b. Füheyre, Ubeys, Ümmü Ubeys, Ebû Fükeyhe, Zinnîre, Nehdiye ve Lübeyne Hz. Ebû Bekir'in kurtardığı sahâbîler arasındadır.[130]
Müslüman köle ve cariyelerin dışında, bizzat Hz. Peygamber ve Kureyş'e mensup Müslümanlar da saldırı ve işkenceye maruz kalıyorlardı. Nitekim Hz. Ebû Bekir, yukarıda işaret ettiğimiz gibi Utbe b. Rebîa tarafından Kâbe'nin yanında fecî bir şekilde dövülmüştü. Hâlid b. Saîd babası tarafından önce dövülmüş, daha sonra hapse atılarak aç ve susuz bırakılmıştı. Hakem b. Ebü'l-Âsî, yeğeni Osman b. Affan'ın ellerini ve ayaklarını bağlamıştı. Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm da kendi ailelerine mensup şahıslar tarafından işkenceye tâbi tutulmuşlardı. Ancak bütün bu işkenceler ve baskılar bir tek Müslümanı bile İslâm'dan vazgeçirememişti.
Müşrikler bizzat Hz. Peygamber'i de rahatsız ediyorlar ve hatta ona işkence yapıyorlardı. Ukbe b. Ebû Muayt, Übey b. Halef'in kışkırtmasıyla Hz. Peygamber'e hakaret etmiş; Ebû Cehil'in teşvikiyle de bir deve işkembesi getirip secdede iken iki omuzunun üzerine koymuştu. Ukbe, bir defasında, namaz kılarken onu üzerindeki atkısıyla boğmaya teşebbüs etmiş, onu bu durumdan Hz. Ebû Bekir kurtarmıştı.[131] Yine bir gün secdede iken boynuna basmıştı. İbn Abdilber'in verdiği bilgiye göre müşrikler bir defasında Hz. Peygamber'i bayıltıncaya kadar dövmüşler, Hz. Ebû Bekir "Yazıklar olsun size! Rabbim Allahtır dediği ve size Rabbinizden beyyineler getirdiği için adamı öldürecek misiniz"? diyerek onlara çıkışmıştır. Bunun üzerine müşrikler Hz. Ebû Bekir'i mecnunlukla suçlamışlardır.[132] Hz. Peygamber'in amcası Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemîl, onun en şiddetli muhalifi idiler. Ebû Leheb, kapısının önüne necaset koyar, Ümmü Cemîl de topladığı dikenleri gece vakti geçeceği yola atardı. Bunun üzerine Tebbet Sûresi nazil olmuştur.[133] Ebû Leheb, Ebû Cehil, Velîd b. Muğîre, Âs b. Vâil, Nadr b. Hâris, Ebû Uhayha, Ukbe b. Ebî Muayt, Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Ümmü Cemîl, Ümeyye b. Halef ve Übey b. Halef, Mekkelilerden İslâm düşmanı olanların en meşhurlarıdır.[134]
Saldırı ve işkencelerin yanında Mekke müşrikleri İslâm'ın yayılmasına engel olmak için tüm güçleriyle çalışıyorlar ve çeşitli metotlar takip ediyorlardı. Meselâ, Kureyş kabileleri, hac yapmak amacıyla dışarıdan Mekke'ye gelenlerin Hz. Peygamber'le konuşup görüşmelerine engel olmak için aralarında Mekke'nin yollarını taksim etmişlerdi. Tarihçi İbn Habîb'in verdiği bilgiye göre çeşitli kabilelere mensup on yedi kişiden oluşan bir ekip, yolları tutarak ziyaretçileri karşılarlar, Hz. Peygamber'i soranlara "O mecnundur, şâirdir, sihirbazdır" gibi kötüleyici sözler söyleyerek hacıların kendisiyle konuşmasına engel olmaya çalışırlardı.[135] Ancak bütün bu engellemeler, müşrikler için bir fayda sağlamamış ve tersine İslâm'ın lehine gelişmelere vesile olmuştur. Zira müşriklerin tüm çabalarına rağmen ziyaretçilerden Hz. Peygamber'le görüşüp İslâm'a girenler oluyordu. Bunlardan Dımâd b. Sa'lebe'nin İslâm'ı kabul edişi son derece ilgi çekicidir. Ezd-i Şenûe kabilesinin başkanı olan Dımâd, umre maksadıyla Mekke'ye gelmişti. Kureyş müşriklerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)'in aklını kaybettiğini söylediklerini duyunca, onu tedavi etmeyi düşündü. Hz. Peygamber'e gelerek, şayet isterse kendisini iyileştirebileceğini söyledi. Bu teklif üzerine Hz. Peygamber şu ifadelerle ona cevap vermeye başladı: "Şüphesiz ki hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet verirse, onu şaşırtacak yoktur. Kimi şaşırtırsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Ben, Allah'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şâhitlik ederim. Bundan sonra...". Hz. Peygamber henüz cevabını tamamlamadan, Dımâd, heyecanla onun sözünü keserek, söylediklerini üç defa tekrarlattı. Daha sonra da duyduğu bu sözler hakkında şu değerlendirmeyi yaptı: "Bu sözün bir benzerini hiç duymadım; kâhinlerin, sihirbazların, şairlerin sözlerini işittim, ama bunun gibisini işitmedim. Bu sözler coşkun denizleri bile coşturur". Dımâd, ardından hemen kelime-i şehadet getirdi ve müslüman oldu. Hz. Peygamber'e kendisi ve kabilesi adına bîat etti.[136]
Devs kabilesinin ileri gelenlerinden şair Tufeyl b. Amr Mekke'ye gelir. Müşrikler hemen yanına gelerek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in davetinden ve kötülüğünden(!) bahsederler; onun aleyhine konuşurlar ve durumun ciddi boyutlara ulaştığını söylerler. Kendi başlarına gelenin Tufeyl'in ve kabilesinin başına gelmesinden korktuklarını dile getirirler. Bunun için onunla konuşmamasını ve sözlerini dinlememesini isterler. Bu husus üzerinde o kadar fazla dururlar ki, Tufeyl b. Amr, Hz. Peygamber'den bir şey dinlememeye, onunla konuşmamaya kesin karar verir. İstemiyerek de olsa onun bazı sözlerinin kulağına gitmemesi için, Harem-i Şerif'e giderken kulaklarına pamuk tıkar ve bu şekilde Kâbe'nin yanına varır. Tam bu sırada orada namaz kılan Hz. Peygamber'in yanına yaklaşır. Bu arada onun okuduklarından bir söz işitir. Kendi kendine, kendisinin akıllı bir şair olduğunu, güzeli çirkinden ayırt edebildiğini, şayet Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliğ ettiği şey güzelse kabul edebileceğini, çirkinse reddedeceğini düşünür. Namazını bitirip evine giden Peygamber'i takip eder ve başından geçenleri ona anlatır. Hz. Peygamber kendisine İslâm'ı anlatır; Kur'an okur. Kur'ân'ın üslûbunun güzelliği ve dinlediği hususların muhtevası Tufeyl'in hoşuna gider. İslâmiyet'i kabul ederek yurduna döner; ailesinin ve kabilesinden bazı kimselerin müslüman olmasını sağlar.[137]
4- Müşriklerin Uzlaşma Teklifleri
Kureyş müşrikleri Hz. Muhammed (s.a.s.)'in azim ve sebatla insanları İslâm'a davet ettiğini görünce, ona engel olması veya himayeden vazgeçmesi için amcası Ebû Tâlib'e müracaat etmeye karar verdiler. İbn Hişam, Kureyşlilerin Ebû Tâlib'e bu maksatla üç defa başvurduklarını kaydetmekte ve ilk müracaatı yapan on kişilik heyetin isimlerini vermektedir. Bu heyet Ebû Tâlib'e giderek şunları söylemiştir: "Ebû Tâlib! Yeğenin tanrılarımıza hakaret etti. Dinimizi kötüledi. Bizim akılsız olduğumuzu babalarımızın, dedelerimizin eğri yolda gitmiş olduklarını söyledi. Şimdi sen ya onu bunları yapmaktan vazgeçir; yahut himayeden vazgeç...". Ebû Tâlib bu heyeti tatlı dille başından savdı. İlk müracaatlarından istedikleri sonucu elde edemeyen müşrikler Ebû Tâlib'e ikinci defa başvurarak artık yeğeninin sözlerine katlanamayacaklarını, ya davasından vazgeçirmesini veya onu himayeden vazgeçmesini, aksi takdirde kendisine karşı da cephe alacaklarını tehdit edercesine söylediler. Ebû Tâlib bu defa Hz. Muhammed (s.a.s.)'i çağırarak Kureyşlilerin kendilerine söylediklerini bildirdi. Davasından vazgeçmesini, artık meselenin kendisinin de altından kalkamayacağı noktaya geldiğini ifade etti. Bunu duyan Hz. Peygamber amcasının kendini koruma hususunda fikir değiştirdiğini sanarak "Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler dahi Allah bu dini üstün kılıncaya kadar veya ben ölünceye kadar vazgeçmeyeceğim" deyip ayağa kalktı ve yürüdü. Buna üzülen Ebû Tâlib "Yeğenim! Git, istediğini söyle. Allah'a andolsun ki seni asla onlara teslim etmem" dedi.[138]
Müşrikler, Ebû Tâlib'in Resûlullah'a yardım ettiğini ve onu himayeden vazgeçmeyeceğini, kendilerine onu teslim etmeyeceğini; hatta gerekirse onlardan ayrılacağını anladıkları zaman, Velid b. Muğîre'nin oğlu Umâre'yi yanlarına alarak Ebû Tâlib'e götürdüler. Genç ve yakışıklı olan Umâre'yi Hz. Peygamber'le değiştirmek istediler ve Ebû Tâlib'e şu acaip teklifte bulundular: "Ebû Tâlib! İşte Kureyş kabilesinin en kuvvetli ve en yakışıklı genci olan Umâre b. Velîd. Onu al, zekâsından ve gücünden istifade et, onu evlat edin, senin olsun. Buna karşılık, senin ve dedelerinin dinine karşı gelen ve kavminin birliğini bozan, şu yeğenini bize teslim et, onu öldürelim. İşte sana adam yerine bir adam veriyoruz". Onların bu gülünç ve aldatıcı tekliflerine Ebû Tâlib şu sert cevabı verdi: "Allah'a yemin ederim ki siz bana çok kötü bir teklifte bulunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz oğlunuzu, sizin için beslemem karşılığında bana veriyorsunuz; benimkini ise öldürmek için istiyorsunuz, öyle mi? Bu asla olmaz".[139]
Müşrikler bizzat Hz. Peygamber'in kendisine başvurarak da bazı tekliflerde bulundular. Bir defasında Utbe b. Rebîa tek başına, bir başka zaman da heyet halinde ona başvurarak, bu hareketiyle mal istiyorsa mal vermeyi, saltanat istiyorsa kendisini başkan yapmayı, hasta ise tedavi ettirmeyi önerdiler. Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.), gayesinin bunlar olmadığını, Allah tarafından kendisine verilen peygamberlik görevini yerine getirdiğini ve bu uğurda her şeye katlanacağını bildirdi.[140] Bundan bir sonuç alamayan müşrikler, "Biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim taptıklarımıza tap" şeklinde bir teklif daha götürdüler.[141] Bunun üzerine Kâfirûn Sûresi nâzil oldu. Bu sûrenin meâli şöyledir: "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Evet, siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır".[142]
5- Muhalefet Sebepleri
Kur'ân-ı Kerîm, insanları Allah'ın birliğine inanmaya ve sadece ona ibadet etmeye çağırıyor, putları ve putperestliği kötülüyor, onların ne fayda ve ne de zarar verdiğini açıklıyordu. Bu âyetlerden bazıları şunlardır: "Siz, Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyorsunuz, asılsız sözler uyduruyorsunuz".[143] "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar".[144] Yine Kur'ân-ı Kerim, putların ve putperestlerin cehenneme yakıt olacaklarını bildiriyordu: "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız...".[145] Aynı zamanda meleklere ve cinlere tapanları eleştiriyor, insanların ve cinlerin Allah'a ibadet etmek için yaratıldıklarını açıklıyordu. Kısacası, müşriklerin tüm bâtıl inanç ve ibadetlerine karşı çıkıyor, kendilerini tevhide davet ediyordu. Onlar ise, atalarından miras olarak devraldıkları inanç, tapınma ve gelenekleri terketmek istemiyorlardı.
Kâbe, tüm Araplar tarafından kutsal mekan olarak kabul ve ziyaret edildiği için, Mekke müşrikleri, burada bütün Arapların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Onlar, Kur'ân'ın ifadesiyle, Hz. Peygamber'e "Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız"[146] diyerek, İslâm'ı kabul ettikleri takdirde Mekke'den sürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceklerini, bahane olarak, dile getiriyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, onların bu iddiasını, "Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler"[147] buyurarak eleştirmektedir.
Kureyş müşrikleri putperestliğin yıkılmasıyla bütün Arap kabileleri nezdinde elde etmiş oldukları dinî üstünlüğün ve ticârî menfaatlerin ellerinden gitmesinden endişe duyuyorlardı. Ayrıca put imal edip Kâbe'ye gelenlere satanlar vardı. İslâm'ın bunu haram kılmasına put ticareti yapanlar fena halde kızıyorlardı.
Araplar, kültürel geleneğin taşıyıcısı olarak kabul ettikleri 'atalar'dan intikal eden örf, adet ve geleneklere büyük önem veriyorlardı. Kureyşliler için de putperestlik, korunması gereken bir değerdi. Babalarını belli bir dine inanmış olarak bulduklarını ve kendileri için de en akıllıca yolun babalarının geleneğini sürdürmek olduğunu sık sık söylüyorlar, kendi tutucu davranışlarını haklı çıkarmak için babalarının geleneklerini ileri sürüyorlardı. Dolayısıyla ataları taklit, gerek inanç ve gerekse ibadet ve yaşama tarzlarında müşrikler için vazgeçilmez bir esastı. Muhalifler, İslâm'ı atalarının yoluna, yani geleneksel davranış ve inançlara saldırı olarak görüyorlardı. Kur'an-ı Kerim'de onların bu tutumları eleştirilmektedir: "Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin' denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi"?[148]
Kur'an-ı Kerim, Arapların ahlaksızlığını, zulüm ve haksızlıklarını, kötü ve çirkin yaşayışlarını açıkça eleştiriyor, fenalıklarını sayıyor ve yaptıklarını yüzlerine vuruyordu. Kur'an-ı Kerim'in getirdiği ahlakın Arap toplumunun geleneksel ahlak anlayışından köklü bir şekilde koptuğu ortadadır.[149] Onların ahlakı, Kur'an-ı Kerim'in öngördüğü ahlak ile çelişki teşkil ediyordu. Kur'an-ı Kerim insanları güzel ahlaka ve fazilete davet ediyordu.
Mekke müşrikleri ölümden sonraki ebedî hayata, yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmıyorlar veya inanmak istemiyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in kötülük işleyenlerin cezaya çarptırılacağından bahsetmesinden memnun olmuyorlardı. Kötü alışkanlıklarından, haksız kazançlarla insanları ezmelerinden, içki, fuhuş... gibi İslâm'ın yasakladığı günahlardan dolayı hesap vermeyi düşünmek bile istemiyorlardı. "Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır, ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder"[150] diyorlar ve ahireti inkar ediyorlardı.
Kabile yapısında sosyal tabakalara önem veriliyordu. Mekkeliler, kölelerin, efendisinin dininden başka bir dine girmesine tahammül edemiyorlar, onların Müslüman olmalarını kendilerine karşı isyan kabul ediyorlardı. Halbuki Hz. Peygamber eşitliği emrediyor, insanlar arasında sınıf farkı gözetmiyor, mensuplarını ister köle, ister efendi, ister zengin, isterse fakir olsun, aynı seviyede kabul edip üstünlük ölçüsünün takvâ olduğunu belirtiyor, mü'minleri kardeş ilan ediyordu. Efendiler, kendilerini kölelerle eşit tutan bir dine girmek istemedikleri gibi ona cephe de alıyorlardı.
Mekkelilerin İslâm'a muhalefetinde kabile rekabetleri de önemli yer tutmaktaydı. Ebû Cehil'in aşağıdaki sözleri onun Abdümenâfoğullarına rekabeti yüzünden Hz. Muhammed (s.a.s.)'e inanmadığını göstermektedir. O, şöyle diyordu: "Biz Abdümenâfoğullarıyla şeref hususunda anlaşmazlığa düştük. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar yaya kalmış kimselere binek verdiler, biz de verdik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Sonunda aynı dereceye ulaşıp burun buruna giden iki yarış atı durumuna geldiğimizde onlar "İşte bizden, semâdan kendisine vahiy gelen bir Peygamber çıktı" dediler. Biz buna ne zaman ulaşacağız? Allah'a andolsun ki ona asla inanmayız".[151] Ebû Cehil, peygamberliği Mekke şehrinin idaresi ve hac ibadeti ile ilgili görevlerden birisi gibi telakki ediyor ve bu görevin Abdümenâfoğulları içinden birisine verilmesine tahammül edemiyordu. Onun bu husustaki düşüncesini dile getirdiği bir sözü şöyledir: "Sikâye, rifâde ve meşvere görevleri Abdümenâfoğullarının elinde bulunmaktadır. Şimdi de Peygamber onlardan çıktı. Peki bize ne kaldı"?[152]
Kimi muhalifler Kur'an'ın Hz. Muhammed (s.a.s.)'den daha asil birisine verilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Velid b. Muğîre, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber olmasını bir türlü kabul edememiştir. O, şöyle derdi: "Nasıl olur? Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başkanı olayım da bir kenara bırakılayım. Muhammed'e vahiy gelsin? Nasıl olur Ebû Mes'ud Amr b. Umeyr es-Sakafî, Sakîf kabilesinin başkanı olsun da o da bir kenara bırakılsın? İkimiz bu iki şehrin (Mekke ve Tâif) başkanlarıyız". Onun görüş ve iddialarına cevaben Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar dediler ki: Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı? Rabb'inin nimetini onlar mı paylaşıyorlar"?[153]
6- Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in Müslüman Oluşları
Kureyş müşriklerinin İslâm'a muhalefetinin bütün şiddetiyle devam ettiği bir sırada, kahramanlık ve yiğitlikleriyle meşhur iki kişi, Hamza b. Abdülmuttalib ve Ömer b. Hattab İslâmiyet'i kabul ettiler. Bu olay, Müslümanların güçlenmesine vesile olduğu gibi İslâm muhaliflerinde de şok etkisi yaptı. Öneminden dolayı ilk İslâm Tarihi kaynakları bu iki şahsın Müslüman oluşlarıyla ilgili olayları müstakil başlıklar altında kaydederler.
Hz. Hamza, yeğeni Hz. Muhammed (s.a.s.)'den bir kaç yaş büyüktü. İkisi çocukluk arkadaşı ve süt kardeşi idiler. Hz. Hamza avlanmayı severdi. Avdan dönünce evine gitmeden Kâbe'yi tavaf ederdi. Güçlü, kuvvetli idi; haksızlığa maruz kalanlara destek olurdu. Henüz Müslüman olmamıştı, ama yeğenini çok seviyor ve ona yapılan haksız muamelelere çok üzülüyordu. Bir gün Ebû Cehil, Safâ tepesinin yanında Hz. Peygamber'e hakaret etmiş, dinini ve peygamberliğini küçümseyerek hakaret dolu sözler söyleyip her zamanki gibi onu incitip üzmüştü. Hz. Peygamber ise karşılık vermemişti. Abdullah b. Cüd'an'ın bir câriyesi, olayın meydana geldiği yere yakın olan evinden olup biteni görmüş ve söyleneni duymuştu. Bu kadın biraz sonra avdan dönen Hamza'ya, Ebû Cehil'in yaptıklarını anlattı. Hamza kadının anlattıklarını duyunca içerledi. Doğruca Mescid-i Haram'a giderek Kureyş'in ileri gelenleri ile birlikte oturan Ebû Cehil'e doğru ilerledi. Yanına varınca yayını kaldırarak başına vurup yaraladı. Sonra da "Sen Muhammed'e sövüp sayarsın ha! İşte ben de onun dinindeyim. Elinden gelirse bana da cevap ver, bana da söv de seni göreyim"! diyerek onu tehdit etti. Bu sırada Ebû Cehil'in kabilesi olan Mahzumoğullarından bazıları ona yardım etmek için harekete geçmek istediler. Ancak Ebû Cehil, Hamza'nın haklı olduğunu söyleyerek onlara engel oldu. Hz. Hamza'nın İslâm'ı kabul edişi Hz. Peygamber'e ve Müslümanlara güç verdi. Müşrikler, ondan korktukları ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'i savunacağını bildikleri için kötülük yapmaktan çekinmeye başladılar.[154]
Hz. Hamza'nın İslâmiyet'i kabulü Hz. Ömer'den önce idi ve o sırada Hz. Peygamber Dârülerkam'da faaliyetini sürdürüyordu. Hz. Peygamber bir taraftan tebliğ vazifesini sürdürürken diğer taraftan İslâm'ın ve Kur'an'ın zaferi için bazı kuvvetli şahsiyetlerin hidayete ermesini Yüce Allah'tan niyaz ediyordu. Ebû Cehil ve Ömer'den birinin hidayeti için şöyle dua etmiştir: "Allah'ım! İslâmiyeti ya Ebü'l-Hakem b. Hişam (Ebû Cehil) veya Ömer b. Hattâb ile te'yid edip güçlendir." Bu duadan nasibini alan Ömer b. Hattab olmuştur.
Ömer b. Hattab, Adiy kabilesine mensuptu. Kureyş'in yiğitlerindendi. Başlangıçta İslâm'ın şiddetli muhalifi idi. Müslüman cariyelere işkence yapardı. Bir gün kılıcını kuşanarak Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmek maksadıyla Dârülerkam'a doğru yöneldi. Yolda yine Adiy kabilesinden Nuaym b. Abdullah'a rastladı. Nuaym ona nereye gittiğini sordu. Ömer "Kureyş'in birliğini bozan ve onları akılsızlıkla itham eden, dinlerini kötüleyen, ilahlarına hakaret eden Muhammed'i öldürmeye!)" diye cevap verdi. Bunun üzerine Nuaym ona, Muhammed'i öldürürse Abdümenafoğullarının kendisini sağ bırakmayacağını hatırlattı. Peşinden, eniştesi Saîd b. Zeyd ile kızkardeşi Fâtıma'nın da Müslüman olduğunu bildirdi. İslâm'ı kabul etmiş olan Nuaym'ın muhtemelen bundan maksadı, Saîd ile Fatıma'yı ihbar etmek değil, Ömer'in ilgisini başka tarafa yöneltip zaman kazanmaktı. Kızkardeşini öldürmeyebilirdi; ama Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmeye kararlı görünüyordu. Ömer derhal eniştesinin evine yürüdü. Habbâb b. Eret onlara Kur'an öğretiyordu. O, hemen gizlendi. Ömer hiddetle içeriye girdi. Dışarıda iken, evde okunan Kur'an'ı işitmişti. Duyduklarının doğru olduğuna kanaat getirdi. Eniştesini ve kızkardeşini dövmeye başladı. Kızkardeşi, İslâm'ı kabul ettiklerini, ne pahasına olursa olsun bundan vazgeçmeyeceklerini haykırdı. Bunun üzerine Ömer, okuduklarının kendisine getirilmesini istedi. Tâhâ Sûresi'nin yazılı olduğu kağıdı kendisine getirdiler. Okuduklarının hoşuna gittiğini söyledi. Bunun üzerine Habbâb b. Eret gizlendiği yerden çıktı. Ömer, Muhammed'in bulunduğu yere gitmek istediğini söyleyerek doğruca Dârülerkam'a yürüdü. İçeridekiler Ömer'in kılıcını kuşanmış vaziyette geldiğini görünce kapıyı açmakta tereddüt ettiler. Fakat içeride bulunan Hz. Hamza "İyi niyetle gelmişse bu iyiliği kendinden esirgemeyiz; yok eğer bir kötülük arıyorsa onu kendi kılıcıyla öldürürüz" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kapının açılmasına izin verdi ve Ömer'i avluda karşılayarak ne maksatla geldiğini sordu. Ömer "Ey Allah'ın Resûlü! Ben Allah'a, onun elçisine ve Allah tarafından indirilen şeylere inanmak için geldim" cevabını verdi. Hz. Peygamber bunun üzerine tekbir getirdi. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabul etmesi Müslümanları güçlendirdi ve sevindirdi.[155] Onun Müslüman oluşu biraz sonra göreceğimiz Habeş Hicreti'nden sonra ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamber oluşunun 6. yılının Zilhicce ayında (m. 615) gerçekleşmiştir.
Burada, insanların İslâm'a dahil olmasında, şahısları ve kitleleri İslâm'a cezbetmede Kur'an-ı Kerîm'in tesirine işaret etmek gerekir. Ömer ve onun gibi pekçok kimsenin İslâm'a girmesinde Kur'an-ı Kerim'in üslubunun güzelliğinin ve etkileme gücünün rol oynadığı görülmektedir. Kur'an üslûp ve edebî özellikler bakımından beşerin söyleyemeyeceği üstünlüğe sahiptir; kulağı okşadığı kadar kalbe de hitap eder. Ömer'den başka Devsli meşhur şair Tufeyl b. Amr'ın, Ebû Zer el-Gıfârî'nin, ünlü sihirbaz Dımâd b. Sa'lebe'nin, Akabe mevkiinde İslâm'ı kabul eden Hazrecli altı kişinin, Evs kabilesi reislerinden Sa'd b. Muaz'ın ve daha pekçok sahâbînin Kur'an-ı Kerim'i dinledikleri anda Müslüman oldukları bilinmektedir.
7- Habeşistan'a Birinci Hicret
Hz. Peygamber, sahâbenin karşı karşıya kaldığı sıkıntılardan dolayı üzülüyor, ancak elinden bir şey gelmiyordu. Sonunda onlara "Allah çektiğiniz sıkıntılardan kurtulmanız için bir yol gösterinceye kadar Habeşistan'a göç etseniz iyi olur. Zira orada, yanındakilerden hiç birine zulüm yapılmayan bir hükümdar vardır" diyerek bu ülkeye gitmelerini tavsiye etti.
Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı Habeşistan'a göç ettiler. Bu, İslâm'da ilk hicrettir. Kaynaklar Habeşistan'a hicretin iki kez olduğunu, birincisinin peygamberliğin 5. yılında (m. 615) ve Recep ayında gerçekleştiğini kaydederler. Birinci Habeş hicretine katılanların, dördü kadın, on biri erkek olmak üzere toplam on beş (bazı kaynaklarda on altı) kişiden ibaret oldukları kaynaklarda kaydedilmektedir. Bunlar, Osman b. Affan ve hanımı Rukıye, Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle bint Süheyl, Ebû Seleme ve hanımı Ümmü Seleme, Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bint Ebû Hasme, Zübeyr b. Avvâm, Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'ûn, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr ve Süheyl b. Beydâ'dır. Görüldüğü gibi bunlardan bazıları hanımı ile birlikte gitmişlerdir. Bu muhâcirler kimisi binekli, kimisi de yaya olarak gizlice Kızıldeniz kenarına, Şuaybe Limanı'na kadar gittiler. Limana tam o sırada iki ticaret gemisi gelmişti. Ücret karşılığında bu gemilere binerek sağ-sâlim Habeşistan topraklarına ayak bastılar. Kureyş müşrikleri onları yakalamak üzere peşlerinden adamlar gönderdiler. Fakat bu adamlar muhâcirlere yetişemediler. Muhâcir Müslümanlar orada huzur ve güven içinde yaşamaya başladılar.[156]
Müslümanlar başka bir bölgeye değil de özellikle niçin Habeşistan'a hicret etmişlerdir? Bu soruya, Arap Yarımadası'nın çeşitli bölgelerini, Müslümanların oralara hicret imkanı olup olmadığı açısından değerlendirmek suretiyle cevap vermek mümkündür. Her şeyden önce Arabistan'daki Arap kabilelerinden herhangi birinin yanına hicret edemezlerdi. Çünkü bu kabileler henüz müşrik idiler. Çeşitli vesilelerle Mekke'ye geldiklerinde kendilerini İslâm'a davet eden Hz. Peygamber'e hiçbiri henüz olumlu cevap vermemişti. Üstelik bu kabileler Kureyş müşrikleri ile irtibat halinde idiler. Müslümanlar için Kureyş'le aralarının açılmasını istemezlerdi. Arabistan'da oturan Yahudi ve Hristiyanların hakim oldukları bölgelere gidemezlerdi. Zira yarımadadaki Yahudi ve Hristiyanlar birbiri ile çekişme içinde ve yekdiğerine karşı egemenlik kurmakta birbiriyle rekabet halinde idiler. Onlar yeni bir rakip istemezlerdi. Yemen bölgesine de hicret edemezlerdi. Çünkü burası Mecusî İran'ın sömürgesi idi. Semâvî bir dini kabul etmeye yanaşmadıkları gibi, bu dine mensup olanları da kabul etmezlerdi. Irak ve Suriye bölgesi de Müslümanların hicretine elverişli değildi. Zira bu iki bölgeye ulaşmak zor olduğu gibi, Kureyşlilerin bu bölgelerle yakın ticârî ilişkileri vardı. Dahası, buralarda İran ve Bizans nüfûzu hakimdi. Bunun yanısıra, bu bölgelerin idarecileri halka zulüm yapıyorlardı. Umman bölgesinde de zulüm hâkimdi. Dolayısıyla tek güvenli bölge Habeşistan'dı. Nitekim Hz. Peygamber de orayı tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber'in özellikle oraya hicreti tavsiyesinden, onun dünyayı iyi tanıdığını da anlıyoruz. Müslüman muhacirler Habeşistan'da gerek hükümdar ve gerekse halk tarafından iyi muamele görmüşler, ibadetlerini serbestçe yapmışlar, eziyetle karşılaşmamışlar ve kimseden kötü bir söz işitmemişlerdir.
Bu sırada Habeşistan'daki muhacirlerden bazılarının Mekke'de meydana gelen bir olay sebebiyle hicretten dört ay kadar sonra Mekke'ye döndüğü, ancak olayın asılsız olduğunun anlaşılması üzerine tekrar Habeşistan'a gittikleri söylenir. Hicret receb ayında gerçekleşmişti. Muhacirler orada şaban ve ramazan aylarında kalmışlar, şevval ayında geri dönmüşlerdir. Biraz sonra bahsedeceğimiz olay ise ramazan ayında meydana gelmiştir.[157]
Bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan ve "Garânîk Kıssası" diye bilinen bu habere göre Peygamberimiz Kâbe'nin yanında Necm Sûresi'ni okurken, "Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı"[158] âyetlerini okuduktan sonra, gûyâ "Bunlar yüksek kuğulardır, onların şefaatları umulur" sözlerini şeytan'ın telkini ile söylemiş! Secde ayetine gelince secdeye varmış, bütün kâfirler de secde etmişler! Müşrikler, putlarının Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinmişler. Akşam olunca Cebrâil aleyhisselam gelerek Hz. Peygamber'e "Allah tarafından vahyedilmeyen sözleri söylediğini" bildirmiş. Hz. Peygamber buna çok üzülmüş, şeytanın söylediği sözleri iptal etmiş!.[159]
İbn Sa'd ve Taberî gibi en eski İslâm tarihi müelliflerinin doğruluğunu araştırmadan eserlerine aldığı bu rivayeti, Müslüman âlimler, sözlerinin çelişkili, râvîlerinin zayıf, senetlerinin kopuk ve her şeyden önce tevhid inancına aykırı